Liberteryenizm’e Giriş 6: Çoğulculuk ve Hoşgörü
Next Video
Liberteryenizm’e Giriş 7: Hukuk ve Anayasa
Cancel
0 Beğendim
0 Beğenmedim Please login to vote
Daha Sonra İzle
Sayfayı Karart
Otomatik Oynatma
Liberteryenizm’e Giriş 6: Çoğulculuk ve Hoşgörü
29.11.2018
like 0 like
dislike 0 dislike
Paylaş
286 video

Liberteryenizm’e Giriş 6: Çoğulculuk ve Hoşgörü

Biri, Bernie Sanders’in “eğer 23 çeşit deodoranta sahip olmasaydık belki de çocuklar aç kalmazdı” iddiası hakkında konuşuyordu. Sonra biri “markete gittiğinde kutuların üzerinde yalnızca ‘çorba’ veya ‘peynir’ yazan her şeyden tek çeşit barındıran bir dünya hayal et” dedi. Bunlar bana, Charles de Gaulle’nın Fransa hakkında söylediği şeyi hatırlattı: “107 farklı peynir çeşidinin olduğu bir ülkeyi nasıl yönetebilirsin?” Belli ki, bir şeye dikkat çekmek istiyordu. Dünya pek çok değişik ilgi alanları, farklı insanlar ve değişik fikirlerle dolu bir yerdi, hatta peynir hakkında bile.

Modern dünya hakkındaki önemli gerçeklerden biri de (bu her zaman önemli bir gerçekti, fakat biz bunun farkına yeni yeni varıyoruz) ahlaki çoğulculuktur. Hepimiz aynı inanca veya ahlaki bakış açısına sahip değiliz. Erdemli yaşamak için hepimizin tamamen aynı yolda olması gerektiğine inanmıyoruz. O halde eğer bireyler, dünyanın doğası, insanın doğası, yönetimin doğası, Tanrı’nın doğasına ilişkin farklı görüşlere sahiplerse ve bu farklılıkları çözemezsek bu dünya ile nasıl başa çıkarız?

Ahlaki çoğulculuk kavramına bir tepki de, her kişi ile mükemmel insan doğasını birleştirme düşüncesidir, bazen mükemmeliyetçilik de denmektedir. Çoğu dini inanç da bu fikirdedir. Eğer insanlar Tanrı’yı ve onun ne istediğini doğru bir şekilde anlarlarsa, hayatı doğru bir şekilde yaşamak için herkes Tanrı’nın istediklerini yapma arzusunda ve aynı ahlaki bakış açısında olur. Din bunu görebileceğiniz tek yer değildir. Komünizm, keza Marksizm de bu fikri sunar: İnsanlar sömürünün doğasını ve insanın doğasını doğru anladıklarında, herkes yanlış bilinçlerinden kurtulacak ve kendiliklerinden bir Sovyetler bireyi ya da bir Marksist birey olacaklardı. Ancak, bu pratikte hiç de iyi işlemedi. Bu farklılıkların gerçek olduğu ortaya çıktı. Totaliter hükümetlerle bu farklılıkları geçersiz kılmaya çalıştığınızda, ekonomik gelişmeyi ve teşvikleri yok edip, insanları oldukça düşük standartlarda yaşamaya mahkum etmiş olursunuz. Mükemmeliyetçiliğe alternatif olarak, insanların faklı olduğunu ve çoğulcu bir dünyada yaşadığımızı kabul edebilirsiniz. İşte bu çoğulculuğun, bireyselliğin bir çeşit doğal sonucu olmasının nedenidir. Bireylerin farklı olduğunu kabul ederiz. İnanca, gerçeğe, dünyanın başlangıcına dair farklı bakış açıları olabilir. Bunu kabul ederiz ve yaşamalarına izin veririz. İnsanların arasındaki farklılıkları hoş görürüz ve bu farklılıkları kabul ederiz.

Bunun olası sonuçlarından biri asgari idari kurallardır. Birlikte yaşayabilmemiz için bazı kuralların olması gerekir. Bazen derim ki, ki bunu ilk söyleyen de ben değilim, bu kuralları ana okulunda öğreniriz: diğer insanlara vurma, onların eşyalarını alma ve verdiğin sözleri tut. Eğer bu kurallar uygulanmazsa herkesin birbirine diş bilediği bir dünyada yaşamaya başlarız. Bu basit kuralları tatbik edip, insanlar üzerinde koyduğumuz kısıtlamaları asgari düzeyde tuttuğumuz sürece diğer insanların, Tanrıya ibadet etme şeklimizle; evliliğe, aile hayatına ve hatta politikaya bakış açımızla hemfikir olmadığı gerçeğini rahatlıkla kabullenebiliriz. Asgari idari kurallar, insanlara, onlar için en iyi olan şekilde kendilerini geliştirme olanağı sağlar. Bunun diğer bir avantajı da eğer herhangi bir konuda yanılıyorsak bunu görebilecek olmamızdır. Kapı komşumuzu veya ülkenin öteki ucundaki bir topluluğu inceleyebilir ve sistemlerinin daha iyi çalıştığını gözlemleyebiliriz. Dolayısıyla, en iyi yaşam biçimi tasavvurumda yanıldığımı düşünebilirim. Muhakkak ki insanların denediği, aradığını bulduğunu düşündüğü fakat bir daha elini sürmediği yaşam tarzları olmuştur. Dolayısıyla, çoğulcu bir toplum ve asgari idare anlayışının argümanlarından biri kesinlikle daha iyi yaşam biçimlerini keşfedebilme imkanımızın olmasıdır.

Modern dünyanın çoğulculuğa geçiş süreçlerinden biri teokrasiden (veya sevse de sevmese de herkesin bağlı olduğu tek bir kiliseden) dini hoşgörüye, ordan dini özgürlüğe geçiş ve nihayetinde din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılmasıyla tamamlanır. Bunlar aynı şey olmak zorunda değil. Örneğin; dini hoşgörü, resmi bir kilise olduğu halde sen bir başkasına gittin diye seni hapsetmeyeceğiz, anlamına gelebilir. Veya dini özgürlük, kiliselerin devlete bağlı olmasa da devletle bir şekilde ilişkileri olması anlamına gelebilir vs. . Bugün geldiğimiz nokta, din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılmış olması, en azından ABD’de. Burdaki herkes istediği şekilde ibadet etmekte, istediği kiliseye gitmekte ve bir kilise açıp kapatmakta özgürdür. Hükümet buna, din ve devlet işlerinin birbirinden ayrı olmasına, hiçbir şekilde müdahale edemez. Bunun neden iyi bir fikir olduğu üzerine düşünebiliriz. Üç nedeni olduğunu düşünüyorum:

Birincisi, bireyin vicdanıyla arasına girmek çok açık bir şekilde yanlıştır. Aklındakinden, kalbindekinden, Tanrıyla ilgili inanışından, kendi ruhunla ilgili inandıklarından başka nedir seni daha insan kılan? Zorla araya girmek yanlıştır. Birine silahı doğrultup, “Benim Tanrıma tapınacağına dair yemin et! Başka bir dünya görüşün olduğunu söyleme!”, demek yanlıştır. Tekrar etmek gerekirse, bireyin vicdanıyla arasına girmek yanlış bir davranıştır.

İkincisi, bu ayrımla toplumsal bir uyum yakalanabilir. Bunu kabullendiğimizde; yani insanlar, herkesin aynı fikirde olmak zorunda olmadığını anladığında… Belki de bir zamanlar insanlar, rahip veya komiser ne derse herkesin onda mutabık olduğunu düşünüyordu. Fakat ne zaman ki insanlar sadece kendilerinin değil başkalarının da rahibin söyledikleri hakkında şüphelerinin olduğunu farketmeye başladı, işte o zaman çelişki yaşamaya ve sarsılmaya başladılar. İnsanlar her ne yapıyorlarsa farklı bir şekilde yapabilme hakkına sahip da olmak isterler. Kimisi de bir başka dini değil de kendi dinini insanlara zorla kabul ettirebilmek ister. Aslında insanların neden böyle düşündüğünü anlamak çok da zor değil. Çünkü, eğer dininize sıkı bir şekilde iman etmiş ve insanların yanlış inançları yüzünden ahiret hayatını mahvedeceklerine inanmışsanız, onları, yaratıcılarıyla yüzleşmeden önce doğru olduğuna inandığınız yola sevk etmemeniz, sizi acımasız bir insan yapar. Fakat anladık ki bu yaklaşım toplumları savaşa sürüklüyor. Bu savaşlar Avrupa’da bir süreliğine din savaşları olarak anıldı. Dolayısıyla dedik ki her insanın istediği şekilde inanmasının önünü açarsak, uyum içinde yaşayan bir toplum yaratmayı başarabiliriz. Ve eğer daha iyi bir fikriniz olduğunu düşünüyorsanız, gidip bunu insanlara vaaz edebilirsiniz.

Üçüncüsü, rekabetin daha iyi sonuçlar üretmesidir. Bu, hakikati bile ortaya çıkarabilir. Hangi arabanın en iyisi olduğuna dair tek bir doğru yoktur fakat rekabet, daha iyi otomobil, bilgisayar, ayakkabı ve hatta daha iyi besin üretimine yardımcı olur. Benzer şekilde fikirlerin rekabeti de daha iyi fikirlerin ortaya çıkmasını sağlayabilir. Dünyada, insanların bir zamanlar inandığı ama artık kimsenin ilgi göstermediği bir sürü aptalca fikir oldu. Artık kimse ilgi göstermiyor çünkü bu fikirleri denedik ve yetersiz olduklarını gördük. Yani rekabet, daha iyi sonuçlar elde etmemizi sağlıyor.

Din ve devlet işlerini birbirinden ayırmamızın nedenleri üzerine düşünürken bu ayrımı uygulayabileceğimiz diğer alanların ne olabileceğini de düşünmeye başlayabiliriz. Ben aileyi önerirdim. Devlet ve aile işlerinin birbirinden ayrılması nasıl olurdu? Hükümetin bize ne tür aileler oluşturmamız gerektiğini söylemesine ihtiyacımız yok. Belli tür ailelerden oluşan bir düzene ihtiyacımız yok. Hükümetin mevzuatta yapmış olduğu bir düzenlemenin (vergi, sosyal güvenlik vb.) aile yapısının tanımına ciddi etkisi olduğundan, devlet ne kadar küçük olursa, müdahale de o derece az olacaktır. Bu, insanların kendi vicdanının sesini dinlemeye başlaması demektir. Aynı zamanda daha fazla toplumsal uyum demektir çünkü böylece ailevi tercihlerinden dolayı hükümet programlarından dışlanmış ve buna kızgın topluluklar yaratmış olmazsınız. Bakarsınız bu daha iyi sonuçlar verir. Belki, belli aile yapılarının çok da iyi çalışmadığını öğreniriz. İnsanlar bunu deneyip görür.

Eğitim, mükemmel bir örnek olarak görünüyor. Din ile devleti birbirinden ayrı tutmamızın sebebi, dinin en yoğun duygularımızla ve değerlerimizle bir bağ içerisinde olmasındandır. Aynısı, eğitim için de geçerli. Çocuğunuzun gittiği tarzdaki okullar çocukların, dünyanın doğasını öğrenmesi için pek çok şey yaparlar. Amerika’da yaptıklarımızdan biri de devlet okullarından dini çıkarmak. Artık okul ibadetimiz yok. Buna izin vermiyoruz. Pek çok okul bu durumdan oldukça korktu, artık tarih veya edebiyat amaçlı dahi İncil’i öğretmeyecekler çünkü bu durum din ile ilişkili olarak görülmektedir. Ancak unutmayın, insanlara çocuklarını dine izin verilmeyen devlet okullarına göndermeleri veya çok daha fazla para ödeyerek başka bir okula göndermeleri gerektiğini söylediğinizde, çocuklarınıza ya da genişletirsek ailelere, dinin o kadar da önemli olmadığını söylemiş olursunuz. Çocuğunuzun yetişkin olurken öğrenmesi gereken bir sürü şey vardır ancak din bunlardan biri değildir. Seküler devlet buna “Hayır, hayır, bu önemli olabilir fakat bunu öğretmek ailelerin ve papazların sorumluluğundadır.”, şeklinde cevap verebilir. Yine de, çocuklar uyanık oldukları vaktin yarısını okulda geçirirler. Eğer fikirler dini içerikte sunulmazsa, dinin tarihle, değerlerle, bilimle vb. şeylerle hiçbir ilgisi olmadığı şeklinde bir mesaj alırlar. Ben, dinin bunlarla hiçbir ilgisi olmadığını düşünebilirim ancak bunun hükümetin resmi bir politikası haline gelmesi gerektiğini düşünmüyorum. Peki, eğitim ve devlet neden ayrı olmasın. Böylelikle, insanların vicdanlarına müdahale etmemiş oluruz. Sosyal uyumsuzluk yaratmamış oluruz. Cato Enstitüsü’nde, websitemizde fikir ayrılığı haritamız vardır ki bu devlet okullarında ne öğretileceği, kimin öğreteceği, ne tarz bir öğretme yaklaşımının iyi olacağı konularındaki çatışmaları gösterir. Fakat, özel okullarda, bunların hiçbirisi için endişelenmenize gerek yoktur. Eğer Katolik bir okula gitmek istiyorsanız, Katolik okuluna gidersiniz. Eğer bilimi ve matematiği önemseyen bir okula gitmek istiyorsanız, böyle bir okul bulursunuz. Eğer sanat veya müziğe önem veren bir okula gitmek istiyorsanız, öyle yaparsınız. Eğer devlet okulundaysanız, ibadet etmek ya da eşcinsel bir hocanın ders vermesi veyahut bu tarz şeylerde savaş vermek zorunda kalırsınız. Eğer bütün okullar özelleştirilirse, bu tip çatışmalar yaşamak zorunda kalmazsınız.

Ve sonra sanat hakkında düşünün. Eğer dini inançlar, bizim en derin duygularımıza dokunabiliyorsa sanat neden dokunamasın? Ve eğer hükümet bazı sanat türlerini finanse ederken ve başka sanat türlerini desteklemiyorsa, bir sanat müessesesi tesis etmek, resmi bir kilise kurmak demektir. Ya tekrar …? İnsanları, belli duygulara dokunan belli türdeki sanatla kısıtlayarak, şahsi vicdanlara müdahale ediyoruz. Bazen bazı sosyal çatışmalar yaratırız çünkü bazı insanlar devletin finanse ettiği sanatı sevmez; gerek Hristiyanlığı yerdiği gerek eşcinselliği küçük düşürdüğü gerekse Amerika’nın düşmanlarını övdüğü için veya herhangi bir sebeple olsun. Hükümet hangisinin finanse edileceğini hangisinin yasaklanacağını seçerse, sosyal çatışma kaçınılmazdır. Sanat ve müzikte bile, rekabet daha iyi sonuçlar doğurabilir.

Bütün bu alanlarda, “kilise” ve “devlet” ayrılığı kavramını vicdan ve devlet ayrılığı kavramına doğru genişletmemiz gerektiğini düşünüyorum. Şahsi vicdanlara dokunan herhangi bir şeyi devletten ne kadar uzak tutabilirsek o kadar iyi. Hatırlayın, devlet güç demektir. Devlet baskıdır, dayatmadır. Yani, devlet ya da hükümetin bir şeye karışması gerektiğini söylediğinizde, o şey için baskı yapması gerektiğini de söylüyor oluyorsunuz. Şu okullara ödeme yapmaları veya çocuklarını şu okullara göndermeleri için insanları zorlamalıyız. Şu sanatı finanse etmeleri için insanları zorlamalıyız. Bazı durumlarda, şu sanat türüne bakmamaları için zorlamalıyız. Bu, çoğulcu ve hoşgörülü toplumlar için kötü bir fikirdir. Bu sebeple, liberteryenler için bireyciliğin doğal bir sonucu, çoğulculuk gerçeğini kabul eden ve her türlü barışçıl etkinliğe hoşgörü gösteren bir toplumdur. Modern liberteryen hareketinin önemli kurucularından biri olan Leonard Reed, “Barışçıl Olan Herşey“ (Anything That’s Peaceful) isimli bir kitap yazmıştır. Bu onun özgür toplum tanımıydı. Saldırgan da olsa, aptalca da olsa kendi kendine zarar verici de olsa barışçıl olduğu müddetçe istediğinizi yapabilirsiniz, size baskı yapılmayacaktır. Barışçıl bir şey yapmanızı engellemek için size silah doğrultmayacaktır. Bu, çoğulcu ve hoşgörülü bir toplumun en temel özelliğidir.

Konuşmacı: David Boaz, The Libertarian Mind Kitabının Yazarı
Kaynak: Libertarianism.org
Çevirenler: Gizem Sultan Yılmaz, Samet Tonyalı.
Redaksiyon: Seçkin Sosyal
Önceki
Liberteryenizm’e Giriş 5: Bireyin Onuru
29.11.2018
Sonraki
Liberteryenizm’e Giriş 7: Hukuk ve Anayasa
29.11.2018