Liberteryenizm’e Giriş 10: Piyasanın İşleyişi
Next Video
Liberteryenizm’e Giriş 11: Görülen ile Görülmeyen ve Uluslararası Ticaret
Cancel
0 Beğendim
0 Beğenmedim Please login to vote
Daha Sonra İzle
Sayfayı Karart
Otomatik Oynatma
Liberteryenizm’e Giriş 10: Piyasanın İşleyişi
18.02.2019
like 0 like
dislike 0 dislike
Paylaş
286 video

Liberteryenizm’e Giriş 10: Piyasanın İşleyişi

David Boaz: Piyasalara neden ihtiyacımız var? Basitçe, açlıktan ölmememiz için. Piyasalar olmasaydı tam olarak açlıktan öleceğimizi kastetmiyorum. Sadece, dünya nüfusu 8 milyara çıkamazdı. Çok daha az sayıda insan olacaktı ve -muhtemelen bizim de dahil olduğumuz- bir çoğunluk doğmamış olacaktı. Peki, piyasalar neden bu kadar önemli? Çünkü biz, yani insanoğlu, birlikte çalıştığımızda tek başına yapabildiğimizden daha fazlasını başarabilen bir türüz ve bunun farkındayız. Eğer bu kabiliyette olmasaydık, piyasa dayanışması gibi bir konuyla ilgileniyor olmazdık. Tek başına bir kişinin yapamayacağı birçok şey olduğunun farkındayız. Robinson Crusoe’nun terkedilmiş bir adada kendi başına yapabileceği şeyler sınırlıdır. Onun, balık yakalamak için ağ örmeye ve ardından meyve ve yemiş toplayama vakti olabilir. Fakat oraya bir kişi daha geldiğinde ve sonra bir kişi daha, bir kişi daha eklendiğinde daha büyük işler başarabilmek için işbirliği yapabilme noktasına gelirsiniz ki bu anlaşılabilir bir durumdur. Bu sebeple, bunu mümkün kılan toplumsal müesseselere ihtiyaç duyarız. Piyasaları mümkün kılan şey, özel mülkiyettir. Bunun benim, şunun senin olduğunu anlamak; bunları takas edebilmemizi, bir araya getirebilmemizi, bağışlayabilmemizi vs. sağlar. Öncelikle, her şeyin bir sahibi olduğu anlayışını kabul ederiz, ve böylece piyasa işler hale gelir. Öteki türlü hepimiz birbirimize düşman olurduk. Sürekli, ev inşa etmek için odun, hayatta kalabilmek için su, yiyecek yetiştirmek için de toprak bulmaya çalışacaktık. Bunlar birine ait olmasaydı hepimiz bunları ele geçirmeye çalışacak ve sonuç olarak birbirimizle savaşacaktık. Bunun yerine işbirliğini tercih ediyoruz. İşte piyasalar, birkaç sınırlı kuralın eşliğinde bunu mümkün kılar.

Piyasalar geliştikçe daha uzun üretim süreçlerine girişme imkanımız doğar. Sadece balık avlamak yerine, ağ örmek veya evler inşa etmek için de zamanımız kalır. Nihayetinde makineler geliştirir ve fabrikalar açarız. Tüm bunlar, sermaye yatırımı gerektirir. Tükettiğimizden daha fazlasını üretebilmeliyiz ki zamanımız artsın ve iş bölümü yapıp odaklanabilelim. Fiyatlar, piyasa sisteminin ayrılmaz bir parçasıdır. Fiyatlar bilgiyi bir araya getirir ve kullanılır kılar. Toplumun çeliğe mi, alüminyuma mı, yoksa mısıra mı daha çok ihtiyacı olduğunu nasıl anlarsınız? Fiyatlara bakarsınız. Mısıra olan talebin neden arttığını da bilmek zorunda değilsiniz. Tek bilmeniz gereken, mısır fiyatlarının arttığıdır. Eğer ekilebilir arazim varsa muhtemelen daha fazla mısır ekmeliyim. Tersinden düşünürsek, yani mısır fiyatları düşüyorsa belki pek mısır ekmemeliyim. Birleşik Devletler’de olan tam olarak budur. Tarımda o kadar çok üretkenlik gösterdik ki giderek daha az sayıda insan tarımsal üretimde yer alıyor ve geri kalanlar yollarına devam edip başka bir işle uğraşabiliyorlar. Fiyatlar, aynı zamanda bir bilgi türüdür. İnsanların neyi talep ettiğini kullanışlı ve kolay bir yoldan anlatırlar. Böylece talebi yakından takip etmemize gerek kalmaz. Fiyatlar, doğal bir sonuçtur, fakat bu tür kararlar verebilmemiz için orada olmak zorundadırlar. Eğer bir ürün, ona vermeye gönüllü olduğumuz fiyata üretilemeyecekse, fiyatlar bize bunun sinyalini verecektir. Diyelim ki ben bir yat almak istiyorum. Bu yat için 10.000 dolar ödeyebilirim ama gelin görün ki 10.000 dolar yat üretmek için yeterli bir meblağ değil. Demek ki yatlar, benim gibi müşteriler için üretilmeyecek. Satın almak istediğim öteki şeyler üretilecek ve ben bunun sinyalleri piyasaya gönderirim. Nasıl? Örneğin, elmanın fiyatı artarsa, daha fazla portakal alırım. Bu bir sinyal gönderir: Daha fazla portakal üretin! Bu, elmanın fiyatının düşmesine yardımcı olabilir çünkü talep azalmıştır, yani daha az insan elma almaktadır. Tüm bunlar, piyasaya gönderdiğimiz sinyallerdir ve insanların arzu ettiklerini daha çok üretmemiz konusunda yardımcı olurlar.

Sosyalist toplumlar, kötü şöhretli Sovyetler Birliği gibi, kapitalist bir araç olduğunu düşündükleri için fiyatları kaldırdıklarında ne olur? İnsanların neyi ne kadar talep ettiğini öğrenemezler. Devlet, “Hadi daha fazla buzdolabı üretelim.” der. Buzdolabı üretmekle alakalı ilk problem çelik üretimidir, sonra biraz vakum tüpü, biraz cam ve bütün diğer şeyleri üretmelisiniz. Fakat camın, otomobiller veya pencereler yerine buzdolaplarında kullanılmasına nasıl karar verirsiniz? Bunu size fiyatlar söyler. Eğer fiyat bilgisi yoksa, sadece tahmin edebilirsiniz. “100.000 adet buzdolabı üretmeliyiz.”, diyebilirsiniz. Peki neden? Bir fikriniz yoktur. Bu yüzden bazı akıllı sosyalistler şöyle demişti: “Bütün dünyayı komünizm için ele geçirdiğimizde, Yeni Zelanda’yı kapitalist olarak tutacağız.”. Birisi sordu: “Yeni Zelanda’nın kapitalist kalmasına neden izin vereceksiniz?”. “Bu sayede malların tutarının ne kadar olduğunu bileceğiz.”, çünkü Sovyetler Birliği’nin daha fazla araba mı yoksa daha fazla buzdolabı mı üretmesi gerektiğini bilmesinin yolu, kapitalist dünyaya bakarak nispi maliyetleri görebilmeleriydi. Ve şöyle derlerdi: “Aa, sanırım otomobil 10 kat daha önemli ya da maliyetli. 10 kat fazla kaynak gerektiriyor.”. Yeni Zelanda onlara bunların sinyalini verebilirdi. 

Fiyatlar, insanların bir ürüne ödemeye istekli oldukları miktarı gösterir. Tüm ekonomik kararlarımız bu şekilde marjda belirlenir. Bu bifteği istiyor muyum? Bir kitap daha istiyor muyum? 3 odalı eve ihtiyacım var mı? Arabam için hidrolik direksiyona ihtiyacım var mı? Siz, “Fiyatı nedir”, diye sorarsınız. Otomobil satıcısı, “Hidrolik direksiyon ister misiniz?”, der. “Fiyatı ne kadar? 500$ mı? Kalsın, gerek yok.”. “Peki, öyleyse size 250$’lık vereyim?”. “Tamam, olur.”. Bu bir mesajdır ve onlara hidrolik direksiyondan ne kadar üreteceklerini söyler. Bu, insanların talebini yansıtmaktadır. Bu, “marjda” ile kast ettiğimiz şeydir. İnsanların verdiği kararlar şöyledir: “Her gün beslenmek için yeteri kadar yiyecek almak zorundayım.” Marjda, daha iyi, daha fazla veya daha sağlıklı yiyecekler için ne kadar ödemeye istekliyim? İşte fiyatlar bize bunun sinyalini gönderir.

Kimileri, “piyasaların insanları aç gözlü yaptığını”, söylüyor. Ben ise piyasaların, insanları açgözlü ve ben-merkezci yaptığını düşünmüyorum. Tersine, piyasaların, var olan ben-merkezciliği, işbirliği için teşvikler yaratarak herkesin yararına sunduğunu düşünüyorum. Bizler ben-merkezciyiz. Kendimiz ve ailemiz için daha iyi bir hayat istiyoruz. Bunu yapmanın bir yolu, diğerlerinin kafasına vurarak ellerinde avuçlarında ne var ise almak. Diğer bir yolu ise; insanların ne istediklerini anlayarak, kendi istediklerimiz karşılığında onların istediklerini takas etmek. Sağlıklı toplumlar, ikincisinin daha iyi olduğu konusunda hemfikir. Gördüğüm bir karikatürü size anlatmak istiyorum. Muhtemelen uzun bir zaman önce, bir adam diğerine “Sende istediğim bir şey var. Ya onu elinden alacağım ya da satın alacağım.” diyordu. Ve karikatürün başlığı “Tarih”ti. Bir nevi doğru. Bu, tarihin hikayesi. Vikingler, Cengiz Han veya başkaları, birlikler oluşturup diğerlerini yağmaladılar. Bir süre sonra, yağmalamak yerine %25 gibi bir vergi alarak sömürmenin daha faydalı olduğunu gördüler. Hatta köylüler, Vikingler tarafından her an yağmalanabilme endişesi altında yaşamaktansa, vergi karşılığı sömürülmeyi daha makul buldular. İkinci bir şey daha keşfettiler: “Eğer ticaret ile al-sat yapmaya başlarsak daha çok ürün elde edeceğiz ve başımız daha az ağrıyacak.”. İşte size medeniyetin gerçek hikayesi. Aynı zamanda, nasıl daha zengin olduğumuzun hikayesi. Ama esas olan nokta, herkesin ben-merkezci olmasıdır; piyasaların bizi açgözlü yaptığı değil. Piyasalar bize, ben-merkezciliğimizi tatmin etme fırsatı veriyor, hem de yağmalamadan, öldürmeden veya tecavüz etmeden.

Serbest piyasaların anlaşılmasında önemli konulardan biri, iş bölümüdür. Peki, iş bölümü nedir? Bir pazar büyüdükçe, uzmanlaşmamızı sağlar. İşimizi parçalara ayırmamıza izin verir.
Diyelim ki ıssız bir adadayız. Ben balık tutuyorum, siz ise kuruyemiş ve meyve topluyorsunuz, ve aramızda değiş-tokuş yapıyoruz. Muhtemelen uzmanlaşarak, kuruyemiş ve meyve toplayabilir ve üzerine balık da tutabilirdim. Ama ben sadece balık tutarsam, balık tutmak için daha da iyi teknikler geliştirebilirim. Siz de kuruyemiş ve meyve toplamak için daha iyi teknikler geliştirirsiniz. Bu sayede, toplamda daha çok ürünümüz olur ve değiş-tokuş yaparak daha iyi duruma geliriz.
Daha fazla insanın olduğu yerde, uzmanlaşma imkanı fazladır.
Adam Smith, toplu iğne fabrikası örneğini verir. Bir toplu iğne yapımında 18 farklı üretim aşaması olduğuna inanabiliyor musunuz? Ama bir kişi, bu aşamalardan sadece birinde çalıştığından, giderek daha üretken olur.
Yani, bir kişi günde 10 iğne üretebiliyorken; bir grup insan, iş bölümü ve uzmanlaşma sayesinde kişi başına 10’dan çok daha fazla sayıda iğne üretebilir. Ve piyasalar insanları, daha iyi işbirliği yapma yolları bulmaya teşvik eder. Piyasa-dışı kurumlar bunu yapamaz. Onlar insanlara, “Sen balığa çık. Sen kuruyemiş ve meyve toplamaya git.”, şeklinde talimat verebilirler. İnsanların gerçekten iyi oldukları ya da zevk aldıkları ya da umarız ki, hem zevk aldıkları hem de iyi oldukları veya becerilerini geliştirebilecekleri alanlara yönelmeleri konusunda teşvik etme becerisine sahip değillerdir.

Piyasadaki en önemli aktörlerden biri de girişimcilerdir. Bir girişimciyi sadece iş insanı olarak düşünürüz. Ama girişimci gerçek anlamda, eksikleri ve fırsatları görebilen kişidir. Bu, “Hey, bu mahallede pizzacı yok. Belki burada bir pizzacı açabilirim.” şeklinde olabilir. Bu belki kivilerin ABD’de, yetiştiği yöreden daha çok satacağını görmektir. Böylece onları ABD’ye getirerek çok para kazanabilirim. Bu, insanların, ihtiyacını henüz fark edemedikleri bir şeyi düşünmek de olabilir. Steve Jobs, “Eğer bir iPhone üretirsem, insanlar bunu ister.” dedi. Ama o bilmiyordu. Kumar oynuyordu. Bir sürü insan, insanların istemeyeceği şeyler üretti. Ve kaynaklar boşa harcandı. En iyi girişimcilerin, yenilikçi fikirlerle hayatlarımızı kolaylaştırmalarını dileriz ve bunu yapmanın yolu da onları kâr ile ödüllendirmektir. Böylece daha fazla fikir üretme şansına sahip olacaklardır. Girişimciler, diğer insanların fark edemediğini fark edenlerdir. Ve bu, insanların ihtiyaçlarına şu ankinden daha iyi hitap edebilecek şeyler yapmak için imkanları farklı şekillerde bir araya getirmektir, en saf ekonomik faaliyettir.

Girişimciler bunu yaptığında, bazıları kâr eder bazıları zarar eder. Bazen insanların, “beklenmedik kazanç” vergisi talep ettiğini işitirsiniz. Eğer bir girişimci çok fazla kazanıyorsa, hükümetin bu beklenmedik kazançtan pay alması gerektiğini söylerler. Ama hiç kimse, para kaybeden girişimcilerin hükümet tarafından kayıplarının yarısının sübvanse edildiği bir “umulmadık zarar” sistemi önermez. Gerçi bu teorik açıdan doğrudur ama kurtarma paketlerinin de olduğunu biliyoruz. Modern toplumumuzda birçok kurtarma paketi var ancak toplumda yaygın olan onlar değil. Piyasada hakim olan, doğru karar verdiğinizde, müşterilerinizi en iyi şekilde memnun ettiğinizde kâr etmenizdir. Bu da sizi daha fazla üretmeye ve tüketici taleplerini karşılayan hizmet vermeye teşvik eder. Eğer insanların taleplerini görmede iyi değilseniz zarar edersiniz ve risk alabileceğiniz kaynaklarınız giderek azalır.

Devlet ayrıca piyasadaki fiyatları sık sık gözden geçiriyor ve şöyle diyor: “Bu fiyatlar adil değil. Bazı insanlar çok fazla kazanıyor. Ürünleri için çok ücret alıyorlar ve insanların emeğine az ödeme yapılıyor. Bir tavan ve taban fiyatı belirleyelim.”. Bu belki bir maaş tabanı ya da bir fiyat tavanı olur. Bunu yaparken ortaya ilginç bir soru çıkıyor: Birinci Anayasa Değişikliği’ni ihlal ediyorlar mı? İletişim özgürlüğüne -bilgi iletişimine- müdahale ediyorlar. Birinci Anayasa Değişikliği kapsamında, buna izin verilemez. Ayrıca, ekonomi için de kötü. Böyle bir senaryo genellikle doğal bir felaketten sonra gerçekleşir. Jeneratör fiyatları, buzun ve temiz suyun fiyatı yükselebilir. Ve devlet ne yapar? Bir tavan fiyatı belirler. Devlet, su fiyatına bir tavan belirlediğinde ne olur? 500 mil uzaklıktaki girişimciler, bir kamyonu yüklemek ve temiz suyla New Orleans’a gitmek üzeyken, “Ne anlamı var ki? Eğer şişesini sadece 2 dolara satabiliyorsam, New Orleans’a gitmeme değmez. ”, derler. Bu da New Orleans halkının su ihtiyacının karşılanamamasına sebep olur. Fiyat tabanları ise, üreticilerin ürün fazlalarını satamamaları demektir. Bu, özellikle işgücü hakkında geçerlidir. Eğer saatlik asgari ücreti 10$ olarak belirlerseniz, sadece 7$ değerinde olan hiçbir emek satın alınamayacak yani saatlik emeği (marjinal ürünü) en fazla 7$ olduğu düşünülenler iş bulamayacak hale gelecektir.

Konuşmacı: David Boaz, The Libertarian Mind Kitabının Yazarı
Kaynak: Libertarianism.org
Çevirenler: Samet Tonyalı, Ezgi Yıldırım, Burak Karali, Bahar Ezgin, Cengizhan Asılİskender, Elif Şahin.
Redaksiyon: Seçkin Sosyal

Önceki
Liberteryenizm’e Giriş 9: Güven Ağları
18.02.2019
Sonraki
Liberteryenizm’e Giriş 11: Görülen ile Görülmeyen ve Uluslararası Ticaret
18.02.2019