Siyaset Felsefesi 5: Rawls’un Dağıtıcı Adaleti
Brennan: Mülkiyetten bahsettiğimizde mülkiyet haklarının çok önemli olduğu gayet açıktır fakat adaletten bahsettiğimizde birçok insanın şikayetçi olduğu meselelerden biri de kimi insanlar çok fazla şeye sahipken kiminin çok az şeye sahip olduğu gerçeğidir. Şimdi Küresel Zengin Listesi adında bir web sitesi var. Sisteme gelirinizi veya toplam malvarlığınızı girince size dünyadaki diğer insanlara nazaran ne kadar zengin olduğunuzu söylüyor. Bir sürü Amerikalı, en zengin %1’den şikayetçi ama hemen hemen her Amerikalı da küresel %1’in içinde. Yılda sadece 37 bin $ kazanmak, yaşayan en zengin %1’in içinde yer almak için yeterli. Peki bu adil mi? Yoksa bu bir problem mi? Bunu düzeltmeli miyiz? Eğer öyleyse bunu düzeltecek olan “biz” tam olarak kim veya kimler?
Birçok insan, mülkiyetten bahsedildiğinde ve zenginlik ile gelir dağılımındaki büyük eşitsizliğe bakıldığında bunun düzeltilmesi gereken bir problem olduğunu düşünüyor. Peki bunun hakkında biz ne düşünüyoruz? Şimdi size John Rawls ve onun dağıtıcı adalet hakkındaki düşünce tarzından bahsedeceğim. O, daha önce bizim de konuştuğumuz gibi bir takım kurumların yaşamımıza yön verdiğine dikkat çekerek başlar. Tekrar etmek gerekirse kurumlar, birlikte yaşamamızı şekillendiren oyunun kurallarıdır. Bu kurumlardan biri de özel mülkiyettir. Bu kurumlar, hayatımızın gidişatını etkiler. Bazı kurumlar bazı yaşamları diğerlerine göre avantajlı kılar. Burada şunu belirtmeliyiz ki kurumlar şu an yaşadığınız hayatı belirleyen tek unsur değildir, fakat çeşitli şekillerde onu etkiler.
Orta Çağ İngilteresi’nin kurumlarıyla yaşıyor olsaydık, savaşta iyi olanlar yüksek statüye ve daha iyi yaşam koşullarına sahip olurdu. Günümüz ABD’si kurumlarına göre yaşıyoruz ve IQ’su yüksek olanlar daha iyi bir yaşam sürüyor. Sonuç olarak kurumlar, bazı insanlara ayrıcalık veriyor. Rawls, eşitliğin temel olduğunu ve yapılan her şeyin eşitlik üzerinden gerekçelendirilmesi gerektiğini varsayıyor. Bu yüzden ilke olarak, hepimizi kabaca eşitleyen kurumları seçmeliyiz, ancak bundan sonra -eğer iyi bir nedenimiz varsa- bu eşitlikten biraz sapabiliriz. Bunu açıklamak için pasta analojisini kullanabiliriz. Farz edelim ki ormanda birlikte yürüş yaparken bir pasta bulduk ve onu yemek istiyoruz. Gerçekte, eğer ormanda pasta bulsaydık yemezdik, ama bulduk ve onu mideye indirmek istiyoruz diyelim. Akla gelen ilk düşünce, pastayı nasıl bölüşeceğimizdir. Herkes eşit dilim mi alacak? Sonuçta kimsenin önceden pasta üzerinde bir hak iddiası yok; pastayı kimse yapmadı, o orada öylece duruyordu. Herkese eşit dilim verirsek herkes mutlu olacak ve kimse şikayet etmeyecek ama belki de eşit bölüşmemek için bazı gerekçeler vardır. Eşitsizliği gerekçelendiren temel argümanlardan biri, bazı insanların diğerlerinden daha fazla hak etmesidir; daha çok çalışırlar, daha değerlidirler. Rawls bu konuda çok şüpheci, çünkü bir şeyi hak edip hak etmemenin sonuç olarak şansa bağlı olduğunu düşünüyor. Kendisinin de diyeceği gibi, Rawls Baltimore’da üst orta-sınıftan ayrıcalıklı bir ailede doğdu ve oldukça iyi bir hayat yaşadı.
Ailesinin onu prestijli bir okula gönderecek durumu vardı, bu sayede Princeton’da okudu ve en sonunda da Harvard’da profesör oldu. Gerçekten iyi bir iş çıkardı. Fakat bunda şanslı bir ailede doğmasının kısmen etkisi vardı. Daha yoksul bir ailede doğmuş olsaydı büyük ihtimalle bunları başaramazdı. Onu yanlış yönlendirecek bir ailede doğmuş olsaydı da büyük ihtimalle başarılı olamayacaktı. Dolayısıyla öyle görünüyor ki ailenin çocuğu yetiştirme tarzı onun ileride iyi bir durumda olup olmayacağını etkiliyor, siz bunu hak etmek için bir şey yapmıyorsunuz. Doğmadan önce ruhunuz bedeninize girmeden size bir erdem testi yapıp da “Bu testte iyi yaparsan zengin bir aileye, kötü yaparsan da fakir bir aileye gideceksin” diyen kimse de yok. Sadece şanstan ibaret. Fakat insanlar diyor ki, “Peki ama Rawls, ya çok çalışmayı ve sorumluluk duygusuyla gelecek hakkında düşünmeyi tercih etmek hakkında ne diyorsun?” Öte yandan Rawls ise çok şüpheci. Diyor ki “Eh, bu da yine şansla alakalı çünkü sorumluluk bilincine sahip olmanız veya olmamanız ya genlerinizle ya aile terbiyenizle ya da size örnek gösterilen insan sermayesiyle alakalı bir durum. Yani sizi başarılı veya başarısız yaptığını düşündüğünüz faktörler ne olursa olsun, bu tamamen bir şans meselesi. Bu yüzden, insanların bir şeyi hak edip etmediklerini söylemek hakkında epey şüpheci. Bu da günün sonunda onun bir eşitlikçi olmadığı anlamına geliyor. O, eşitliği sonraki farklılıkların temellendirildiği bir başlangıç noktası olarak görüyor. Eşitsizliklerin bu şekilde gerekçelendirilebileceğini düşünüyor.
Bu pasta metaforunu geliştirmek için, bir ormanda olduğumuzu ve bir pasta bulduğumuzu ve eşit dilimlere böldüğümüzü varsayalım. Herkes eşit parça alacaktır. Pekâlâ, bu yapılması mümkün bir şey olabilir fakat şimdi de pastanın sihirli olduğunu hayal edelim. Ve bu tuhaf sihirli pasta eşit olmayan dilimlere kesildiğinde, dilimler büyüsün veya küçülsün. Bir kere bunu fark ettiğimizde, “Pastayı gerçekten büyütecek şekilde eşitsizce kesmenin bir yolu var mı acaba?” diye düşünmeye başlarız. Bizler kıskançlık yapmayan rasyonel insanlar olduğumuz için yapmamız gereken şey, herkesin eşit ama küçük dilimler alacağı duruma göre kimsenin eşit olmadığı ama herkesin daha büyük dilimler alacağı şekilde pastayı dilimlemektir. Eğer herkesin durumu daha iyi olacaksa Rawls bu tür eşitsizliklerin gerekçelendirilebileceğini söyler.
Şimdiye dek, bu görüş ekonomistler arasındaki yaygın görüştü. Fakat buradaki mesele, pastayı eşitsiz paylaştırmanın pek çok yolunun olmasıdır. Bunlardan biri, herkesin 5 onsluk (141.5 gramlık) birer dilim alması olabilir. Peki bu pastayı bazı insanlar 10 onsluk (283 gramlık) dilimler alırken diğerleri 50 onsluk (1415 gramlık) alacak şekilde kesersek ne olur? Belki de en yoksul insanlara 10 ons (283 gram) düşerken, en zenginlere 12 ons (340 gram) düşecek şekilde başka dilimleme yolları vardır. Ancak Rawls, bu dilimleme yollarından birini seçmek için eşitlik ilkesinden hareket etmenin daha mantıklı olacağını söyler. Peki hangisi daha iyi olacaktır? Bunu cevaplamanın bir yolu var mıdır? Rawls’a göre var. Ona göre gereken şey, farklı dağıtımları karşılaştırabildiğimiz bir çeşit düşünce deneyi yapmaktır. Düşünce deneyinden kast ettiği şey, “Başlangıç Durumu”dur.
Yani bir çeşit varsayımsal pazarlık durumu, öyle ki bu varsayımsal pazarlık bir grup insanın bir araya gelerek yaşayacakları toplumu düzenleyecek kuralları ya da adalet prensiplerini seçmesiyle gerçekleşiyor. Bu sayede insanlar kendi seçtikleri kurallara göre yaşıyorlar. Dolayısıyla böyle bir pazarlık olsaydı, mesela şu an nasıl yönetileceğimize dair kurallar için pazarlık yapıyor olsaydık iyi olduğumuz alanlara göre bizi avantajlı kılacak kuralları seçmeye eğilimli olurduk. Mesela bu durumda ben, felsefeci ve kahverengi saçlı olanlar en yüksek maaşı almalı, derdim. Hepimiz buna benzer davranırdık çünkü kendimizi önemsiyoruz. Rawls ise bu pazarlığı adil ve rasyonel bir pazarlık kılmak istiyor. Bunun için de insanları kendilerine dair bilgilerden mahrum bıraktığımızı varsayıyor ve buna da cehalet perdesi diyor. Pazarlık masasında oturanların kim oldukları, neyi önemsedikleri, onlar için iyi bir hayatın ne anlama geldiği, hangi cinsiyete sahip oldukları, hangi dine mensup oldukları gibi bütün bilgileri alıp yok ediyor. Böylece kimse kendisi hakkında bir şey bilmiyor. Sadece insanların genel olarak nasıl olduklarını biliyorlar. Ayrıca bu insanlar toplumsal statülerinin iyi mi kötü mü olacağını ve doğuştan yetenekli olup olmayacaklarını da bilmiyorlar. Fakat toplumun nasıl işlediğini ve temel düzeyde ekonomi ve sosyoloji biliyorlar. Bunlar göz önüne alınarak tabi olacakları kuralları seçiyorlar ve kendi faydalarını da maksimize etmeye çalışıyorlar. Kendileri hakkında ayrıntılı bir bilgiye ise sahip değiller. Bu durumda hangi prensipleri seçerler? Seçecekleri ilk prensip özgürlük ile alakalı olmalı. Fakat bu özgürlük ancak kendilerinin rekabet edebilecekleri kadar olurdu. Dağıtıcı adalet dediğimiz şey işte tam da bu.
Seçtikleri ikinci prensibin üzerinde duracağım. Rawls, eşitsizlik hakkında yapılması gereken şeyin mevcut bir durumu seçip onu en üst düzeye ulaştırmak olduğunu söyler. Özellikle, en az avantaja sahip sınıfı, yani işçi sınıfını temsilen birini al ve onun elde ettiği kazancı maksimize et. Bununla ilgili ilginç olan bir diğer şey de işçi sınıfına vurgu yapılmış olması. Yani Rawls’a göre pastanın yapımına yardım etmiyorsanız bu pastayla ilgili adalet talep etme hakkınız da yok. Adalet adına, bu pastadan herhangi bir dilim talep etme hakkınız yok. Fakat o, yapmamız gereken şeyin en dezavantajlı grubun refahını maksimize etmemiz olduğunu söyler. Dolayısıyla kural olarak, eşitsizlik her hâlükârda olacak fakat mümkün olan her tür eşitsizlikten bahsettiğimizde şöyle diyeceğiz: “İşçi sınıfını temsil edenlerin bu durumda mümkün olan diğer tüm dağıtımlara kıyasla çok daha iyi durumda olduğundan emin olalım.” Rawls, haset bir insan değilseniz seçeceğiniz şeyin bu olduğunu düşünür. Öne sürdüğü argüman biraz karışık ve bir sürü oyun teorisi ve diğer şeyleri içeriyor ama temelde savunduğu fikir bu. Rawls, nereden baktığınıza bağlı olarak, size gerçekten uç bir eşitlikçiymiş gibi gelebilir fakat doğrusu öyle değildir. Aslında bu, solcuların onunla ilgili şikayetlerinden biri, çünkü ilke olarak bu fikir, yani fark prensibi ve eşitsizliğin en dezavantajlı grubun refahını en üst düzeye ulaştırmak kaydıyla hoş görülmesi, daha önce gördüğümüzden çok daha fazla eşitsizliğe olanak tanır. Bunu şu şekilde daha iyi açıklayabiliriz. Şimdi varsayalım ki şöyle bir kuralımız var: En fakir kesimin geliri her dakika o anki gelirinin karesine katlanıyor, onu takip eden orta sınıfın geliri o anki gelirinin karesinin karesine çıkıyor ve benzer şekilde en zengin sınıfın geliri de bundan daha hızlı bir oranda artıyor. Bu mantıkla insanlar zaman geçtikçe çok daha zengin olacak fakat sınıflar arası gelir artışlarındaki fark eskisinden çok daha belirgin hale gelecek. İlke olarak, Rawls, en dezavantajlı sınıfın refahını mümkün olan en üst düzeye ulaştırdığınız sürece bunu problem olarak görmüyor.
Bu yüzden, özellikle soldaki bazı insanlar buradaki sorunun kapitalizm için bir özür sunmasıdır der, çünkü böylelikle çok büyük miktarda eşitsizliğe izin verildiğini düşünürler. Bu yüzden, Marksist filozof G. A. Cohen, Rawls’a döner ve “Peki ilk başta eşitsizliğe izin vermenizi nasıl gerekçelendiriyorsunuz? Pasta örneği veriyorsunuz ama bu gerçekten ne anlama geliyor?” der. Rawls’ın kastettiği ise en yetenekli insanlara daha sıkı çalışmaları için basitçe rüşvet vermememiz gerektiğidir. Buradaki düşünce şudur: Daha yetenekli insanlar daha fazla kazanınca daha sıkı çalışmak isteyeceklerdir ve bu da bizim faydamıza olacaktır. Bu sebeple onlara daha fazla şey veriyoruz, onlar da bunları iyi yatırımlarda kullanacaklar ve sonrasında hepimiz bundan faydalanacağız. Marksist filozof G. A. Cohen, bunu yapmak zorunda olmamızın tek sebebinin insanların adaleti yeteri kadar önemsemedikleri olduğunu söyler. Eğer insanlar adaleti samimiyetle önemsiyor olsalardı eşit fayda için eşit derecede çalışmaya gönüllü olurlardı. Bu yüzden, Rawls’un eşitsizliği gerekçelendirmekte aslında başarısız olduğunu düşünüyor.
Yani buradaki ilginç sorulardan biri şudur: “Eşitsizlik adına bu, gerçekten iyi bir argüman mıdır?”
Soru: Rawls diyor ki pasta büyüdüğü sürece eşitsizlik iyidir. Fakat Rawls’a göre eşitsizliğin haddinden fazla olabileceği bir nokta var mıdır?
Brennan: Evet. Rawls’un teoride söylediği ile gerçekte söylemek istediği arasında fark var. Bence o, bu açıklamayla geldi. İnsanlar ise prensipte radikal bir eşitsizliğe izin verdiğine dikkat çektiler. Öyle bir sistem hayal edin ki en fakir insan milyoner iken en zengin insan kentilyoner olsun. Yoksul insanları mümkün olduğunca daha iyi bir duruma getirdiği sürece bunda bir sorun yoktur. Rawls’un kendisi ise bence teorisine göre çok daha eşitlikçiydi, bu yüzden de daha sonraki yazılarının çoğunda teorisini daha eşitlikçi bir hale getirmeye çalıştı. Bunu yapabilmek için de başka argümanlar aradı. Bir keresinde “Teorimde çok fazla eşitsizlik olmasından endişeliyim, çünkü bazı insanların çok büyük miktarlarda para kazanmalarına izin verirsek bu insanlar kendi çıkarları için politik güç kazanmaya çalışacaklardır.” demişti. Bu da insanların kazanabilecekleri para miktarını sınırlamak için bir sebep sayılabilir. Belki de servet eşitsizliğinin öyle bazı negatif dışsallıkları vardı ki normalde gerekçelendirilen eşitsizliklere izin verilemezdi. Bu argümanlardan herhangi birinin işe yarayıp yaramayacağı sorusunu ben işe yaramayacağı şeklinde yanıtlarım ama evet, Rawls’un teorisi gerçekten de prensipte radikal eşitsizliğe izin veriyor.
Soru: Rawls’u uluslararası bir bakış açısıyla değerlendirirsek, zengin bir ailede doğmak ya da zengin bir ülkede doğmak arasında bir fark olduğunu söyler misiniz?
Brennan: Evet, biliyorsunuz Rawls’un teorisindeki sorunlardan biri adalet hakkında düşünmeye çalışırken “modelleyici varsayım” adını verdiği bir çeşit varsayımda bulunması. Buna göre, insanlar kapalı bir toplumda doğmuştur, yani bu toplumda doğuyorsunuz ve burada ölüyorsunuz. Başka herhangi bir toplum yok. Yalnızca tek bir toplum hayal ediyorsunuz ve bu toplumda da bir ulus devlet var. Belki bu durum pek gerçekçi değil ve böyle düşünmek için özellikle iyi bir sebep yok ve elbette ki dediğiniz şey doğru. Sınırın bir tarafında doğmak hayat beklentilerinizi büyük ölçüde etkiliyor. Benimle aynı yeteneklere sahip olup sözgelimi Haiti’de doğan bir insan, sırf Amerika yerine Haiti’de doğduğu için muhtemelen benim hayat boyu kazanacağım maksimum gelirin on beşte birini ancak kazanacak. Bu yüzden bazıları Rawls’un teorisinin uluslararası düzeyde uygulanması gerektiğini düşünüyorlar. Yani en dezavantajlı kesimlerin refahını maksimize etmeye yönelik bu fikrin tüm dünyada ulusal sınırlar farketmeksizin uygulanması gerektiğini söylüyorlar. Şaşırtıcı şekilde, uluslararası adalet hakkındaki yazılarında Rawls böyle demiyor. Şimdi de neden böyle yaptığı, neden teorisini en bariz yöne doğru genişletmediği hakkında bir tartışma var. Bazıları bunun sebebinin Rawls’un bu tarz bir uluslararası kozmopolitliğin imkansız olduğunu, dolayısıyla bunun konuşmaya değmeyeceğini, bunun yerine yapabileceğimiz en iyi şey olan ülkeler arasındaki barıştan konuşmanın gerektiğini düşünmesi olduğunu söylüyorlar. Öte yandan bunun sebebi, Rawls’un ulusu özel bir şey olarak görmesi, zaman zaman “Toplum birbiriyle işbirliği yapan bir grup insandan oluşur” şeklinde şeyler söylemesi ve ulusal sınırlarla ilgili bir şeyler yapmak gerektiğini düşünüyor olması olabilir. Fakat durumun gerçekte böyle olmadığını kabul edelim. Örneğin, günlük yaşamımda dünya genelinden milyonlarca insan tarafından yapılan ürünleri tüketiyorum. Yüz yüze görüşen insanlar da tüm Amerikalılar değil, yalnızca Virginia ve D.C.’deki birkaç insan. Dolayısıyla evet, bu teorinin uluslararası ölçeğe nasıl genişletileceği büyük bir muamma.
Konuşmacı: Jason Brennan, Georgetown Üniversitesi
Kaynak: libertarianism.org
Çeviren: Asım Kaya
Redaksiyon: Seçkin Sosyal