Liberteryenizm’e Giriş 8: Sivil Toplum
David Boaz: Son birkaç on yılda, sivil toplum hakkında daha önce olmadığı kadar çok konuşuldu. Birçok insan, sivil toplum terimini, devlet ve ticari sektörün dışında kalan alanı ifade etmek için kullanıyor. Bense, daha eski bir tanımı tercih ediyorum. Sivil toplum, devlet dayatması haricindeki, tüm gönüllü ilişkilerdir diyebiliriz. Dolayısıyla kiliseleri, kulüpleri, mahalleleri, cemaatleri, sokaktaki insanları, kısacası insanlar arasında cebre dayanmayan her türlü ilişkiyi barındırdığı gibi iş dünyasını da içine alır.
Dört başı mamur bir hayat yaşayabilmemiz için işbirliği yapmaya ihtiyacımız var. Bununla beraber, liberteryenler bireyciliğe çok kıymet verir. Fakat akademisyenlerin atomcu bireycilik dediği şeye değil. İstiyoruz ki insanlık gelişsin. Bunun için de beraber çalışmamız gerekiyor. Şimdi 19. yüzyılın dağ adamları gibi birkaç insan bulunabilir. Bir televizyon programında Son Alaskalılar veya onun gibi bir şeylerden bahsediliyordu. Belki birkaç insan, böyle mutlu olacaklarını düşünüyordur. Ama çoğumuz bu şekilde düşünmüyoruz. Sevgilimiz, ailemiz, komşularımız, iş arkadaşlarımız ve benzeri ilişkilerimiz olsun istiyoruz. Yani, işbirliğini arzuluyoruz. İşbirliği yapmak istiyoruz çünkü insana yakışır bir hayat yaşamak istiyoruz. Anlıyoruz ki işbirliği yapmak, yaşam koşullarımızın iyileşmesi için zaruri. İşbirliğini seviyoruz ve bunu mümkün kılacak toplumsal müesseseler kuruyoruz. Bunlar, “diğer insanlara vurma”, “onların eşyalarını izinsiz alma” ve “verdiğin sözleri tut” gibi fikirler üzerine kurulmuş müesseselerdir. Mesela tecavüz, cinayet, saldırı, hırsızlık gibi fiillere bulaşmadığımızı temin etmek için polis müessesesi var. Ayrıca hırsızlık, soygun, yolsuzluk ve dolandırıcılık gibi suçları cezalandırmak için kanunlarımız var. Ve bizi, insanların verdiği sözleri tutmaları için garanti altına alan sözleşmelerimiz var. Bu basit kurallar, işbirliği yapma imkanı sağlıyorlar. Satranç kulübü kurmak olsun, limonata standı açmak veya dünyayı saran bilgisayar ağları kurmak olsun, tüm bu tür şeyler sivil toplumun önemli bir parçası olan işbirliği sayesinde mümkün olmuştur.
Marksistler ve diğer eleştirmenler, zaman zaman liberteryenleri toplumsal atomculukla suçlarlar. “Siz ne işbirliği ne de insanların topluluklar oluşturmasını istiyorsunuz. İstediğiniz, herkesin birbirinden soyutlanmış bireyler haline gelmesi.” diyorlar. Bunu çok komik buluyorum. Şahsen, bunu isteyecek herhangi bir liberteryen tanımıyorum. Açıkça belli ki piyasalar ve sivil toplum, atomcu bireyciliğe neden olmayacak.
Kapitalizm öncesi bir toplumda, kendi yerinizi bir şekilde bilirdiniz. Eğer babanız bir dük ise, siz de bir dük olacaktınız. Eğer babanız bir kont ise, siz de bir kont olurdunuz. Bazı toplumlarda, Katolik Kilisesi’nde olmasa da eğer babanız bir rahip ise siz de rahip olurdunuz. Eğer babanız serf ise, siz ve oğlunuz da serf olurdunuz. Ve bu önemlidir. Böyle olması kolaydır. Dünyadaki yerinizi bilirsiniz. Dünyadaki yerinizi bilmeniz değerlidir. Her şeyden önce, bu sosyal endişeyi, statü endişesini azaltır. Hepimiz dünyadaki yerimiz için endişeleniriz. “Hey! Eğer dünyadaki yerin önceden belirlenmişse, bunun için endişelenmene gerek kalmaz.”.
Bir aile içerisinde büyüyünce, bu ailedeki yerinizi bilirsiniz. Ve aileden ayrıldığınızda ki bu muhtemelen iyi bir şeydir, daha geniş bir dünyaya adım atarsınız ve kendi yolunuzu çizersiniz. Ama, üniversite için yakınlarda evden ayrılmışsanız, bildiğiniz, konforlu yaşantınızı terk ettiğiniz için acı duyabilirsiniz. Bu yüzden, üniversiteye gittiğinizde parçalanmış gibi hissetmeniz anlaşılabilir. Hiç kimseyi tanımıyorsunuzdur. Sosyal kuralları bilmiyorsunuzdur. Evdeki kuralları biliyordunuz.
Marksistler, liberteryenizmin ve kapitalizmin ayrışmaya sebep olduğunu söylerler. Bence delil oldukça açık. Kapitalizm, dünya üzerinde daha önce görülmemiş bir çeşitliliğe ve karmaşıklığa sahip işbirliği ve topluluk biçimlerine imkan verdi. Peki Marksizm ne verdi? Marksizm, özgürlük ve ortaklaşalık vadetti, ama tiranlık ve ayrışma getirdi. Tiranlığı getirdi çünkü toplumun tüm kaynaklarının kontrolünü politbüroya verirseniz, kaçınılmaz olarak tüm gücü de onlara vermiş olursunuz. Kimin yaşayacağına ve kimin öleceğine onlar karar verebilirler. Eğer ihtiyacınız olanı onlardan alamazsanız, ölürsünüz. Başka bir alternatif yok. Başka bir yer yok. Borç alabileceğiniz başka bir banka yok. Ve sonrasında ayrışmayı da getirdiler, çünkü herkesin birbirine karşı olduğu bir savaş yarattılar. Başka birinin ortak çanaktan aldığı herhangi bir şey, sizden de alındığı anlamına gelir. Bu, serbest piyasa toplumlarında böyle değildir. Serbest piyasa, pozitif toplamlı kazanç sağlar. Üretim her zaman daha fazladır. Devlet egemen toplumda, -Marksizm ilkeleri ile yürütülen toplumda- muhtemelen çanakta fazla bir şey yoktur ve başkalarının çocuklarına giden herhangi bir şey çocuğunuza gitmez ve bu da ayrışmaya neden olur. Diğer insanları potansiyel düşman olarak görmeye başlarsınız. Ayrışmayı istiyor musunuz? Bunu deneyin; insan olarak gelişmek, işbirliğini gerektirir. Liberalizmin, liberteryenizmin kurumları bunu mümkün kılar.
Bazı insanlar bizim Amerika Birleşik Devletleri’nde yeterli cemiyete sahip olmadığımızı ve sosyalist sistemlerde daha fazla cemiyet olduğunu söylerler. Sosyalizm mükemmeliyetçilik için vaatlerde bulunur. Sosyalizm, iyi bir hayat yaşama fikrine katılmama hakkımızın olmadığını söyler. Tek bir iyi hayat vardır ve yeni sosyalist insan bunu yaşayacaktır; hepimiz aynı hayatı yaşayacağız, hepimiz toplam zenginliği eşit paylaşacağız ve bu bizi cemiyete dahil edecektir. Fakat eşit paylaşım, zenginlik yaratmaz.
Gençliğinde, Birleşik Krallık’ta bir Yahudi olarak büyümekten rahatsızlık duyduğunu anlatan bir profesörün konferansını dinlemiştim. Bu olay 1950’lerde olmalıydı. Bu yüzden kibutzlarda (İsrail’de komünal yerleşim yeri) yaşamak üzere İsrail’e gitmiş. Ve eşit şekilde paylaşarak, hep birlikte onun içinde var olacaklar; beraber üreteceklermiş. Profesörü oldukça şaşırtan ilk şey, mutfağın kilitli olmasıymış. “Mademki burada her şey kamu malı, o zaman mutfak neden kilitli?”, diye düşünmüş. Ama profesör, ortak mülkiyetin kilitli olmadığında, insanların buraya gelip ihtiyaçlarını gidereceklerini ve çalışmayacaklarını zamanla anlamaya başlamış. Ve çalışanlar için geriye hiçbir şey kalmaz. Oysaki, mutfak açık olsa ama her şey ücretli olsa, insanlar ne kadar ihtiyaçları varsa o kadarını alır ve karşılığını da öder. Ve ihtiyaç duyduklarında daha fazla alabilirler. Bu yüzden, sosyalizm vaat ettiği mükemmeliyetçiliği ve toplumu sunmaz. Sosyalizm, insanlara, “Diğerleri acaba gizlice mutfağa girmeye mi çalışıyor?” tedirginliğini sunar.
Sosyalizm, ayrıca iş dünyasını ve sivil hayatı ortadan kaldırır. Robert Heilbroner, Amerikan üniversitelerinde halen okunan, seçkin bir yazar ve iyi bir ekonomisttir. Sosyalizm hakkında okuduğum en dürüst yazılardan birini yazmıştır ve şöyle der: “Gerçek sosyalizm altında, her muhalif ses, totaliter düzendeki siyasi görüş ayrılığı gibidir. İzin verilemez.” Bu yüzden, sosyalizme sahip olmak için, -ör: J.S. Mill’in tanımladıkları gibi- milyon tane özgürlüğümüzden vazgeçmek zorunda kalacağımızı çok iyi anlamak zorundayız. Heilbroner öldüğünde, onu “doğruları konuşan dürüst sosyalist” olarak methetmiştim. O sosyalizmin gerçekten ne olduğunu anlamış biriydi. Bütün iş dünyasını yok edersiniz. Sivil toplumu bertaraf edersiniz çünkü tüm bu cemiyetler, sizi büyük sosyalist toplumdan uzaklaştırır. Sadece birey ve devletten oluşan, arada hiçbir kurumun olmadığı bir toplum elde edersiniz. Bu iyi bir durum değildir, sizi herkesle savaş halinde kılar, çünkü her birey hükümet karşısında sadece savunmasızdır ve bu durum, onu kandırmaya çalışan komşularının tümüyle alakalıdır.
Komüniterler, sivil toplum hakkında çok konuşuyorlar, fakat onun asıl manasını ıskalıyorlar. Modern toplumda çok fazla hakkın ve bireyselleşmenin olmasından şikayetçiler. Ahlaki çoğulculuğu tanırlar ama onu devlet gücüyle şekillendirmeye çalışırlar. Onlar, “Bizim komüniter vizyonumuz, insanların birlikte yaşamasını zorunlu kılar ve bu yüzden insanların bu şekilde yaşadıklarından emin olmak için devleti kullanacağız.” diyorlar. Bazen hayatı iç içe çemberler olarak düşünüyorlar. Ailen var, daha sonra geniş bir ailen var, komşun, topluluğun, şehrin ve ulusun var. Bu yanlış bir bakış açısı. Bizler bir takım örtüşen veya kesişen çemberler kümesinde yaşıyoruz. Bir kilisenin üyesi olabilirsiniz, fakat tüm arkadaşlarınız o kilisenin üyesi değildir. Sporla ilgilenebilirsiniz, fakat kardeşleriniz de o sporla ilgilenecek diye bir şey yoktur. Dolayısıyla, birçok farklı insanla ortak alanda farklı şeyler paylaşırsınız. Siz, sadece çemberler silsilesindeki küçük bir çentik değilsiniz. İnsanlarla birlikte, çok daha karmaşık bir şemaya dahil oluyorsunuz. Bu size, özgür bireyler tarafından gönüllü olarak kurulmuş topluluklar sunar. Ve buna bakarsak, liberteryenler, bireylerin topluluklardan çıkmadığını söylüyorlar. Toplulukla başlayıp ve sonra bireyselleşmeyiz. Topluluklar, bireylerden meydana gelir. Bazıları, Cato Enstitüsü’ne stajyer olarak gelir. Başka bazıları, “İnsanlık İçin Yaşam Alanı” gezilerine giderler. Bir diğerleri, yaz eğitimini bir spor takımı için harcarlar. Başka diğerleri, bir işe girerler. İnsanlar, bütün bu farklı şekillerde seçimler yaparlar ve farklı topluluklar ortaya çıkarırlar. Hepsi bir coğrafi topluluğun parçasıdır, fakat hiçbirinin bir parçası olmak zorunda da değilsiniz. Sivil toplum, bunların tümünü kapsar. Mecburi tutulmadığı sürece kiliseler, kulüpler, hayır kurumları, mahalleler, işletmeler; bunların tümü sivil toplumun parçasıdır.
Soru: Bizler, sivil toplumdaki bazı gruplarda doğarız. Seçimi biz yapmadık, fakat yine de bizim seçimlerimiz üzerinde etkili olmaz mı? Örneğin, ailelerimiz; çocuklar olarak ebeveynlerimizi takip edip etmeme ve hatta -bazı toplumlarda bulunan- aile tarzını seçme şansımız olmaz. Onlar, seçenekleri nasıl gördüğümüze etki etmez mi?
David Boaz: İlginç bir soru. Aslında sivil toplum, toplumdaki zorunlu olmayan birliklerin tümüdür, dedim. Tartışmaya açık ama tüm topluluklar, zorunlu olmayan ya da doğal olmayan gruplar olmalıdır. Doğal birlik ise “aile”dir. Yani evet, siz bir ailede doğdunuz. Bir noktada 18, 21 ya da başka bir yaşta iken, ailenizin bir parçası olmak için sürekli bir seçim yaparsınız. Fakat evet, doğduğunuz aile bir seçim değil. Ve seçim bir çeşit spektrumda olur. Herkes kendi dinini seçti mi? Pek çok insan, ailesinin üye olduğu kiliseye katıldı. Ancak, seçim yapma seçeneğine de sahipler. Ayrılma seçeneğine sahipler. Mahalleniz de bir çeşit topluluktur. Fakat bir noktada, o mahallede kalma ya da kalmama seçeneğiniz de vardır. Ama bence aile, bu yüzden farklı bir kategoride olabilir.
Konuşmacı: David Boaz, The Libertarian Mind Kitabının Yazarı
Kaynak: Libertarianism.org
Çevirenler: Samet Tonyalı, Gizem Sultan Yılmaz, Ezgi Yıldırım, Büşra Aslan
Redaksiyon: Seçkin Sosyal