286 video

Liberteryenizm’e Giriş 5: Bireyin Onuru

David Boaz: Liberteryenler, sosyal yaşamı analiz ederken bireye odaklanır. Bu, bizim kökten bireyci olduğumuz veya işbirliği veya benzer yaklaşımların getirilerini reddettiğimiz anlamına gelmez. Biz sadece sosyal yaşamın analizinin bireyle başlaması gerektiğini savunuyoruz. Bireyin dışında ne olabileceği tam olarak açık değil. Sadece bireyler seçimlerde bulunuyor ve yine sadece bireyler bu seçimlerin sorumluluğunu üstlenebilir. Gruplar halinde birçok şey yaparız. Öğle yemeği için aldığınız sandviç için ödeme yapmaktan tutun da ibadethaneye gitmeye, bir klübe veya orduya katılmaya kadar birçok şey grup calışması içerir. Fakat nihayetinde, her durumda, bireyler bazı seçimler yapıyor ve yaptıkları bu seçimlerin sorumluluğunu taşırlar. Kitle psikolojisinin veya buna benzer şeylerin devreye girdiğinden kaygılanabiliriz fakat bu, her bireyin bir kitleye dahil olma, yağmaya veya cinayete dahil olma, veya barışçıl bir şekilde ticaret yapma kararını bizzat kendisinin aldığı gerçeğini değiştirmez. Öyleyse bu hem yöntembilimsel bir ilke (dünyanın işleyişini ve olup biten her şeyi nasıl analiz ettiğimiz) hem de bireyin itibarı uzerine felsefik bir ilke haline gelir.

Bireylerin itibarı ve her bireyin hakkı olan eşit saygı, liberteryen dünya görüşünün çok büyük bir kısmını oluşturur. Liberteryenler sık sık eşitlikçilik fikrini eleştirir fakat biz, eşit özgürlük fikrini eleştirmeyiz. Bu, eşcinsel evlilik üzerine yaptığımız tartışmalarda birçok kez karşımıza çıktı: Kanunlar önünde eşit özgürlük. Thomas Jefferson, tüm insanlar eşit yaratılmıştır, dediğinde ne demek istemişti? Tabii ki insanlar boyca, sportif veya zihni yetenekleri bakımından eşittir demek istememişti. Tanrı’nın nazarında ve yasalar önünde eşittir, demek istemişti. Bu özgürlükçü ilke, Tanrı’nın kullarının itibarına ilişkin Hristiyan öğretisinden yola çıkarak özgürlükçüler tarafından geliştirildi ve kesinlikle diğer kültürlerde de bulunabilir. Maalesef buna hiçbir zaman kusursuz bir şekilde bağlı kalınmadı. Ve yine maalesef ki kölelik, her bireye eşit itibar teslim etme konusundaki başarısızlığımıza dair en kötü örnek olarak önümüzde duruyor. Bir sürü Amerikalı bunu bir Bağımsızlık Bildirgesi ve bir anayasa yazdıktan sonra farketti. Tiranlık ve bireylerin hakları hakkında makaleler yazdılar. Bir kısmı, insanları zincirlere vuran birinin gerçek tiran olduğunu anlamaya başladı. Bu yüzden Amerikan Devrimi zamanında kölelik karşıtı topluluklar oluşmaya başladı ve Amerika’da kölelik kaldırılana kadar aktif olmaya devam etti.

Ve kölelik ile ilgili liberter argümanlardan biri, her bireyin mülkiyetinin kendisine ait olmasıydı. Her birey kendinin sahibidir. Frederick Douglass, William Lloyd Garrison ve Lysander Spooner gibi kölelik karşıtı kimselerin bu argümanları savunduğunu görürsünüz. Her şahıs kendi eylemlerinden ve kendi düşüncelerinden sorumludur. Her şahıs kendinin sahibidir. Eğer birisini köle olarak tutarsanız, onu kendisinden çalmış oluyorsunuz. Kendisini çalıyorsunuz. William Lloyd Garrison ve diğer kölelik karşıtı olanların köle sahipleri diye adlandırdıkları şeylerden biri insan hırsızlarıdır, çünkü onlar insanları çaldılar; Tanrıdan değil, diğer insanlardan da değil, bizzat kendilerinden çaldılar. Amerika’da köleliğin yanlış bir şey olduğunun, ırkçılığın da yanlış olduğu anlayışıyla idrak edilmesiyle birlikte -ki bu idrak süreci çok uzun sürdü- , insanların bir kollektifin üyesi olarak değil, bireyler olarak değerlendirilmesi gerektiği anlayışı gelişti.

Kölelik ve ırkçılık aynı şey değildir. Irkçı tutumları olmadığı hâlde köleleri olan birçok toplum vardı. Başka bir kavmi fethetince onları köleleştirmek zorundaydınız. Bu, onların daha aşağı derecede olduğu anlamına gelmiyordu. Romalılar, Yunan kölelerini çok kere öğretmenleri olarak kullandılar. Yunanlıların, kendilerinden aşağı seviyede olduklarını düşünmediler. Yunanlılar, sadece savaşı kaybettiler ve bu yüzden köleleştirildiler. Amerika’da ve Batı dünyasının çoğunda, Afrika’nın köleleştirildiği dönemde, kölelik ve ırkçılık birleştirildi; bu yüzden köleliğe ve ırkçılığa karşı mücadele tartışmaları beraber ilerledi. Liberteryen görüş; her türlü ırkçı kamu politikasını reddeder ve net bir şekilde her bireyin eşit haklara ve itibara sahip olduğunu savunur.

Ve yine aynı şekilde, açıkça, bu kadın hakları için de geçerli. Cinsiyet ve ırk aynı şey değildir. İnsanların, kadın ve erkeğin farklı olduğunu düşünmelerinin nedenini anlamak kolaydır. Belki bu yüzden, aynı yasal haklara, aynı yasal duruma sahip değillerdi. Ama 18. yüzyıldan 19’a ve 20. yüzyıla geldiğimizde, erkeklerin ve kadınların farklı haklara sahip olması için bir temel yeterlilik gibi bir gerekçelendirmenin olmadığını düşünmeye başladık. Farklı ilgileri olabilir. Bu nedenle, toplumun her kesiminde kadının ve erkeğin orantılı olarak temsil edildiğini göremeyebiliriz. Ancak eşit haklara sahiptirler. Kadınlar, hükümet tarafından farklı muamele görmemeli ya da erkekler hükümet tarafından farklı muamele görmemeli, argümanı, 19. yüzyıl başlarındaki Mary Wollstonecraft ve Grimke kardeşler ile gerçekleşen feminist hareketin büyük bir parçasıydı. Ve onlar, “The Libertarian Reader” kitabımda, 20. yüzyılın başlarından bugüne anlattığım insanlar.

Bunun birçoğu, liberalizm kavramından ve ticaret toplumunun gelişiminden kaynaklanmaktadır. Amerikan Devrimi. Bunun hakkında düşünün. Locke ve Düzleyiciler’den, Amerikan Devrimi ve Adam Smith’e ve “Ulusların Zenginliği”ne liberal bir argümanınız var. Bireysel haklara ilişkin argümanınız var; her bireye saygı duyulmalıdır ve her birey özgür olmalıdır. Ve bazı insanlar şunları okumak zorunda kalıyor, “Pekâlâ, peki ya siyah insanlar? Ya kadınlar?”. Ayrıca Amerika Birleşik Devletleri’nde yeni gelişen bir piyasa ticareti toplumu da var. Ve bunun bir anlamı da daha fazla insanın kendi hayatları için bireysel sorumluluk alması. Bu, babanız çiftçi diye çiftçi olmanız ya da babanız lord diye lord olmanız düşüncesinin yerine geçer. Artık kendi yolunuzu belirlemeniz size kalmıştır.

Her ne kadar uzun bir süre kadınların, özellikle de evli kadınların mülk sahibi olamayacağı, mahkemede tanıklık yapamayacağı, kocalarının sadece birer temsilcileri oldukları türünden ayrımcılıklar yapılmış olsa da sonradan kadınları erkeklerden farklı düşünmek daha da zorlaştı. Bununla birlikte, kendi bağımsızlıklarını reddeden belirli bir kesim mevcuttu. Belki de kadınların bağımsızlıklarını ellerinden alan erkekler değil de kadınlardır. Eğer bir kadının elinden “eylemlerinin neticelerinden sorumlu olma” mesuliyetini alırsanız, ondan insanlığının ve itibarının bir kısmını çalmış olursunuz.

Toplumun bunu anlaması çok uzun zaman aldı ve hâlâ kusursuz bir şekilde anladığı da söylenemez. Fakat liberteryenlerin bunda bir payı var. Liberteryenler derken klasik liberalleri, daha bu kelime herhangi bir yerde kullanılmamışken, liberteryen prensipleri ileri süren insanları da dahil ediyorum. Siyahi insanların, kadınların, kısacası herkesin eşit saygıyı hakeden birer birey olduğu anlayışında ön saftaydılar.

Eşcinsel haklarının gündeme gelmesi biraz daha uzun sürdü. Amerikan Devrimi’nden, eşcinsel haklarına dair herhangi bir anlayış çıkacağını savunamazdınız. Amerikan Devrimi’nden kadın hakları, Afro-Amerikan hakları ve gerekliliği gibi insanlar tarafından da ikrar edilmeye başlanan haklar çıkmıştır. Yine de eşcinsellik üzerine geleceğe dönük görüşlerin birkaçına baktığımızda, bunların Adam Smith ve Jeremy Bentham gibi aslen liberteryen olan insanların kimi zaman muhabbet ederken veya derslerinde kayıt altına alınmış notlardan kimi zaman yayınlanmamış taslak metinlerinden geldiğini görürüz, çünkü o zamanlar dünya bugünkünden farklıydı. Fakat liberteryenlerin arasında ta o zamanlarda eşcinsellere yapılan eziyetleri ki o zamanlar bunları kimse umursamazdı, sorgulayan insanlar vardı. Sivil haklar devriminden ve 1960’lardaki feminist devrimden sonra liberteryenler ve klasik liberaller çok hızlı bir şekilde eşcinsellerin de var olduğunu ve cinsel tercihleri üzerinden ayrımcılığa tabi tutulmamaları gerektiğini anlamaya başladı. Ve öyle düşünüyorum ki her vakada liberteryenler bu bağlantıları gören ve tartışmalarda işin iç yüzünü en erken anlayanlar arasında oldu.

Birey hakları ve mülkiyet hakları da dahil olmak üzere, çoğunlukla bireycilik etrafında şekillenmiş bir dünyada yaşıyoruz. Hayatımızı nasıl yaşayacağımıza karar verme hakkımızı büyük oranda elde ettik. Liberteryenlerin insanlarla konuşurken önemsemeyebildiği şeylerden biri, hayatlarımızın halihazırda gerçekten ne kadar özgür olduğu. Sabah kaçta kalkmamız gerektiğini devlete sormuyoruz. Çocuklarımızı okula götürmek için polise danışmıyoruz ki bazen çocuklar bu sorumluluğu biz istemeden kendi başlarına alabiliyorlar.

Akşam yemeğinde ne yiyeceğimizi devlete sormuyoruz. Bütün bu kararları kendimiz alıyoruz. Hangi arabayı veya bilgisiyarı alacağımıza, hangi kıyafeti giyeceğimize biz karar veriyoruz. Yani çoğunlukla bireyci, modern bir dünyada yaşıyoruz.

Bununla beraber ABD’de ve dünyanın birçok yerinde devlet, tamamını olmasa da insanlığımızın en azından bir parçasına el koyabilmek için birçok şekilde bizim bireyciliğimizi görmezden gelmeye devam ediyor.

Devletin yaptığı şeylerden biri de, bize bir grubun parçasıymışız gibi davranarak bizi insanlıkdışılaştırmak. Eskiden en yukarıda bir kral ve altında dükler, onların altında kontlar, onların altında şövalyeler ve en altlarında da köylüler olurdu. Bu hiyerarşide herkes olduğu yerde kalırdı. Bu da gerçekten insanları insan olmaktan çıkarmaktır. O zamanlar, insanlar bunu öyle görmüyordu ama insanlara sadece ait oldukları sınıfa göre davranılıyordu. Siz köylü sınıfındasınız. Siz papaz sınıfındasınız. Lordlar, kraliyet ve böyle devam ediyordu. Bugün çok sıklıkla devlet, insanları hâlâ ya ırklarıyla ya cinsel yönelimiyle ya cinsiyetiyle ya da başka bir mensubiyetle tanımlıyor.

Ve sanıyorum ki insanlar, çoğunlukla kimlik politikalarından yakınıyorlar. Neden insanları Afrikan Amerikan, İrlandalı Amerikan ya da başka bir şey diye ayırıyoruz? Bu şekilde ayırmanın sebebi ilk olarak, devletin onlara bir sınıfın üyeleri olarak muamelede bulunmasıdır. Devlet, “siz homoseksüel olduğunuz için, size yapılan baskıyı mahkemeye taşıma talebiniz reddedildi”, dedi. Bu neye sebep oldu? Bu, eşcinselliği politik bir kimlik haline getirdi.

Ben, onların bireycilik altında toplanmalarını tercih ederdim ama şu anki gruplaşmanın temeli, devletin yaptığı sınıflandırmaya dayanıyor. Hepimiz biliyoruz ki ırklar arasında keskin bir çizgi yok ve devlet ise hâlâ insanları belirli bir ırkın mensubu olarak görüyor. Hatta bazı ırkçı devletler, kimin hangi ırktan olduğuna karar veren düzenleyici kurumlara sahipler.

Güney Afrika’da dört resmi ırk vardı: siyahiler; beyazlar; kısmen siyahi olan beyazlar için kullanılan renkliler ve Asyalılar. Aslında onlara Malezyalı diyorlardı ama herhangi bir Asya kökenli bu kategoride olabilirdi. Ve bir nüfus kayıt büroları vardı. Böylece “Mike, evimin yanında evi olan adam, beyaza benzemiyor. Onun soruşturulmasını istiyorum.” diye iddiada bulunursanız, onlar soruşturmayı yaparlardı.

Birleşik Devletler’de, Pozitif Ayrımcılık programının bir parçası olarak kimin gerçekten siyahi, kimin gerçekten Hispanik olduğunun ve buna benzer şeylerin belirlenmesine çalışılan birkaç olay yaşandı. Size bir grubun parçası olarak muamele edilmesi, niyetin size yardım edilmesinden veya incinmenizden bağımsız olarak, sizi insanlıkdışılaştırmak ve bireyselliğinizi yok saymaktır.

Bir devlet daha başka ne yapar? Pekala, paramızı bizden alır ve sonra bu parayı harçlıkmış gibi geri bize dağıtır. Bizler dışarı çıkar, elimizden geldiğince para kazanırız, sonra bu parayı ailelerimizin hayatlarını daha iyileştirmek için harcamak isteriz fakat devlet bunun yüzde 10’unu veya yüzde 30’unu veya yüzde 40’ını, veya 50’sini alır. Eski Ahit’te Tanrı, eğer bir kral ortaya çıkarsa tüm üretilenlerin yüzde 10’unu alır diye uyardı. Şanslı olmalıyız. Ürettiklerimizin yüzde 40’ını aldılar ve hatta dünyanın bazı yerlerinde daha da fazlasını, yüzde 50, yüzde 70’ini. Ve sonrasında bir miktara kadar, devlet bunları harçlık gibi bize dağıtır. İster ihracat/ithalat kredi yardımları alan bir ihracatçı olun, ister tarım yardımları alan bir çiftçi, isterseniz de sosyal yardımlardan yararlanıyor olun; kendi paranızı istediğiniz gibi kazanıp harcamanıza izin verildiğinde, devletten size çocukmuşsunuz gibi harçlık vermesi için talepte bulunabildiğiniz durumdan daha iyi bir durumda olacaksınız.

Ve devlet birçok alanda kendi adımıza karar vermemiz konusunda bize güvenmez. Bizlerin, emeklilik için nasıl birikim yapılacağını bildiğimize inanmaz, dolayısıyla bizi sosyal güvenlik sistemine girmeye zorlar. Sağlık için nasıl para biriktirileceğini bildiğimize inanmaz, dolayısıyla bizi sağlık sigortasına katılmaya zorlar. Devlet, çocuklarımız için nasıl okul seçeceğimizi bildiğimize inanmaz, dolayısıyla bizi, çocuklarımızı yalnızca kendi seçtiği değil aynı zamanda kendi yönettiği okullara yollamaya zorlar. Çok iyi durumda olmasalar da, herkesin yerleri ayarlanmıştır. Tüm bu açılardan bakınca, hem özgürlüğümüz hem de sorumluluğumuz anlamına gelen bireyselliğimiz devlet tarafından alıkonulmuştur. Çocuğunuz için nasıl okul seçileceğini biliyor musunuz? Belki evet, belki hayır. Fakat bilmiyorsanız, bunun bir sebebi de biliyor olmanıza gerek olmamasıdır; nasılsa devlet size doğrusunu(!) söylüyor.

Çocuk olduğum zamanlarda, alabileceğiniz yalnızca bir telefon vardı. Telefon şirketine gidip, “Bir telefon istiyorum.”, demeliydiniz. Bugünün genç insanları o tarz bir dünyayı hayal bile edemezler. İnsanların telefon seçebileceğini kim düşünürdü? Ama o zaman işler böyleydi. Yalnızca bir telefon vardı.

Hillary Clinton, First Lady olduğu zamanlarda bir tartışma esnasında, “Başka insanların çocukları diye bir kavram yoktur.”, demişti. Bu tüyler ürpertici ve son derece bireycilik karşıtı bir ifade. Başka insanların çocukları diye bir şey yoktur demek, aynı zamanda çocuğunuz yoktur demektir. Çocuklarınız üzerinde komşunuz, ülke genelindeki insanlar, Hillary Clinton ve bir avuç bürokrattan daha fazla sorumluluğa sahip değilsiniz. Başka insanların çocukları diye bir şey yoksa aileniz diye bir şey de yoktur. İnsanları bu şekilde insanlığına yabancılaştırıyoruz. Ellerinden özgürlüklerini alıyoruz, ve kararlar alıp sorumluluklarını üstlenerek, daha iyi karar vermeyi öğrenme imkanlarına engel oluyoruz. Bu tür şeyleri düzenlemeye çalışıyorsunuz. İnsanların sorumluluklarını ellerinden alıp, onlara, onlar adına karar vereceğinizi söylüyorsunuz; böylece insanlar kendileri için iyi kararlar alabilmeyi asla öğrenemiyorlar. İşte, liberteryenliğin temelinin, bireylerin eşit haklarını ve itibarlarını savunmaktan oluşmasının sebebi de bu.

Soru: Hillary Clinton’dan bahsettiniz, fakat Bernie Sanders’ın insanların seçtiği farklı parfümler hakkında bir sözü aklıma geldi. Özetle, biz daha çok seçeneğe sahip olduğumuz için, dünyanın bir yerlerinde çocuklar açlıktan ölüyor, diyordu. Bazılarının seçim hakkı olmadığı için diğer insanların bu kadar seçeneğe sahip olduğu iddiasına, liberteryenler olarak nasıl cevap verirdik?

David Boaz: Sadece gözlerimizi devirir ve iç geçirirdik. Bernie Sanders, “Çocuklar açken, 23 çeşit spor ayakkabı ve 18 çeşit deodorantımız olmamalı.” der. Ki bu, herhangi bir çocuk açken bir piyasa ekonomisine sahip olmamamızı öneriyor. Peki, şimdi size bir şey söyleyeyim: Bundan önce bir piyasa ekonomisine sahip olmasaydık eğer, bütün çocuklar aç olurdu. Piyasa ekonomisine sahip olmadan önce çocuklar öldü, yetişkinler erken öldü, kadınlar doğum yaparken öldü. Yani, bunu önermek mantıklı değil. Sivil toplum ve kiliseler veya devlet yoluyla, yoksullara yardım edebilecek kadar zenginliği nasıl yaratabiliriz? Gönüllü veya mecburi olsun, yeniden dağıtılacak kadar artı ürün veren bir piyasa ekonomisine sahip olarak. Dolayısıyla, bu cahilce bir söylem.

Konuşmacı: David Boaz, The Libertarian Mind Kitabının Yazarı
Kaynak: Libertarianism.org
Çevirenler: Samet Tonyalı, Büşra Aslan, Cengizhan Aslıiskender, Zilan Akbaş, Furkan Yıldız, Emre Can Karataş
Redaksiyon: Seçkin Sosyal

Önceki
Dış Politika 1: Devlet Gözetlemesi – İzleniyoruz
20.11.2018
Sonraki
Liberteryenizm’e Giriş 7: Hukuk ve Anayasa
20.11.2018