286 video

Liberteryenizm’e Giriş 2: Klasik Liberal Dönem

David Boaz: Erken modern Avrupa olarak bildiğimiz Orta Çağ, birkaç yüzyıl sonra değişmeye başladı. Bu dönemde Avrupa’da olanlar, kralları kilise ile olan catışmalarında üstün kılıyordu.
Haliyle burada mutlakiyetçiliğin yükselişinden bahsedebiliriz; İngiltere’de Stuartlar, Fransa’da Bourbonlar, Habsburglar, Kutsal Roma İmparatorluğu. Bu, özgürlüklerin alanda azalması demektir; çünkü kral, mutlak iktidardır. Medeniyetin serbestlik gerektirdiği bilindiğinden, mutlak idare rejimine karşı bir direniş olur. İngiltere’de Stuartlar’dan olan krallara karşı gösterilen direniş kesinlikle bildiklerim içinde en iyisidir; çünkü Stuartlar, kralın gücünü abartırlar; kilisenin, parlamentonun ve toplumun gücünü elinden alırlar. Bu yüzden, insanlar direnç gösterir ve Stuartlar’ın iktidarda kalıp kalmayacağı üzerine İngiliz İç Savaşı olarak bilinen büyük bir savaş gerçekleşir. Burada çarpıcı olan, kralın boynunun vurulmasıdır. Düşünün bir kere, kral kutsal bir biçimde emredilmiş olandır, sizin sahibinizdir. Hal böyle iken, çoğunluğu baronlardan oluşan, soylular ve halktan bir kesimin de bulunduğu bir grup toplanıp, kralın, özgürlüğe ve anayasaya karşı işlediği suçlarının cezasının sürülmekle kalmaması gerektiği, idam edilmek olması gerektiği kararını verirler.

Kıta Avrupası’nın çoğunda pek fazla bir şey olmadı. Ama 1650’ler İngiltere’sinde politikanın doğası, hukukun doğası, devlet-kral ve halk ilişkisi üzerine hararetli tartışmalar yapıldı.
Ve bu tartışmalarda Düzleyiciler (Levellers) olarak bilinen bir grup insan ortaya çıktı. Karşıt gruplar tarafından, toplumda eşitliği sağlamak için toplumu düzlemek istemekle suçlanıyorlardı. Oysa onlar hukuki olarak eşit özgürlükler istediler. Ama bu arada istedikleri, insanların mallarına el koymak ya da benzeri bir şeyler yapmak değildi. Bazıları bunu yaptılar, gerçekten sosyalistlerdi ve onlar kendilerine Düzleyiciler dediler, ama Kazıcılar (Diggers) olarak anıldılar. İngiliz tarihine bakarsanız, Kazıcılar’dan bahsedildiğini görebilirsiniz. Bu şekilde adlandırılmalarının sebebi “toprak halka aittir” diyerek, lordların mülklerini kazıp kendi ürünlerini ekmiş olmalarıdır. Düzleyiciler böyle söylemiyorlardı. Onlar, gerçekten ilk modern liberal, klasik liberal gruplardır.
Liberalizm’e ait olarak bilinen birey hakları, habeas corpus (ihzar emri), juri huzurundaki yargılanma, ifade özgürlüğü ve mülkiyet hakları gibi hakları Düzleyiciler’de görebilirsiniz. Düzleyici hareketinin meşhur sözcülerinden olan John Lilburne, istenilen kimseyle ticaret yapmanın insanların doğal hakkı olduğuna inanıyordu. Onlar, İngiltere’deki herhangi birinin diğer herkes gibi iyi sayılması gerektiğini söylediler. Her bir kimse, diğer herkesle aynı saygınlığa ve aynı haklara sahip olmalıydı. Ve bunlar liberalizm ve liberteryenizm akımı için temel ilkeler haline gelir.

Elbette Düzleyiciler kazanmadı. Sonunda, krallar kadar kötü birine dönüşen Cromwell adındaki bir parlamento yöneticisiyle kaldınız. Sonra yeniden yapılanmaya gittiniz ama yeniden yapılanma sürecinde Muhteşem Devrim’i yaşadınız. 1689’da Haklar Bildirisi’ni elde ettiniz. O andan itibaren Kral, gerçekten kararlarını parlamento ile beraber verdi.

Bu sırada Kıta Avrupası’nda ve İngiltere’de, dünyanın hangi yolla işlediğini anlamaya çalışan insanlar aydınlanma olarak adlandırılan başka bir hareketi oluşturuyordu. Bu kişiler, İncil’in bize dünya hakkında bilmeye ihtiyaç duyduğumuz her şeyi anlattığı görüşünü kabul etmiyorlardı ve dünyayı akıl ve bilimsel metot yolu ile inceliyorlardı. Ve dahası tüm ilginç türdeki şeyler bu zamanda oldu: Isaac Newton yerçekimini araştırdı, modern tıp gelişmeye başladı. John Locke; cumhuriyetçi yönetim biçimi için mülkiyet haklarını koruyan, liberteryen bir yönetimi anlattığı, heyecan verici Yönetim Üzerine İkinci İnceleme’yi yazdı.

Hollanda dini hoşgörünün, ticari özgürlüğün ve sınırlı merkezi hükümetin önderliğini yaptığı bir dünya kurdu. Bazı insanlar bunun aydınlanmanın kökeni olduğunu düşünürler. Başka bir deyişle insanlar Hollanda’ya gider ve yöneticisi yokmuş gibi görünen bir topluma bakar. Mutlak güce sahip bir Kilise yoktur. Mutlak güce sahip kralları yoktur. Farklı dinden insanların saygı gördüğü, ticaret ve iş yapabildikleri, hükümetin sınırlı olduğu ve Jove tarafından Avrupa’nın en müreffeh bölgesi olarak anlatılan bir yer. Bir şeyler işliyor gibidir. İngiliz erkekleri oraya gider.

Ve böylece İngiltere de bu sistemi geliştirmeye başlar: bir dereceye kadar dini hoşgörü, ticari özgürlük, şimdi de sınırlı ve parlamenter hükümet. Ve Voltaire, Fransa’daki monarşiden kaçarken bir süreliğine İngiltere’ye gelir. Ve geriye, Fransa’ya, İngiltere’de işlerin nasıl olduğu hakkında bir açık mektup yazar. Ve bu yolla, aydınlanma ve liberalizm Hollanda’dan İngiltere’ye, oradan Fransa’ya, oradan da Avrupa’nın geri kalanına yayılır. Çok daha sonra da dünyanın geri kalanına yayılır.

Bizim burada gördüğümüz; modern bilimin, modern ekonominin, modern felsefenin gelişimidir. Ve tüm bunlar, bir kitapta okuduğunuza ya da bir rahibin söylediğine öylece inanmayıp, gerçeği kendiniz araştırmalısınız, düşüncesiyle başlar. Dünyanın nasıl işlediğini anlamaya çalışmak için akıl ve gözlem gücünüzü kullanırsınız.

Ve, tabii ki, tüm bunlar olurken bir sürü İngiliz de Amerika’ya geldi ve farklı prensipleri ilke edinen koloniler kurdu. Bazıları hükümdara tabiydi. Bazıları Katolik Kilisesi’ne aşırı derecede bağlıydı. Mesela, biri borçlular hapishanesiydi. Bir diğeri Bağnaz Protestan hacılarının kolonisiydi. İşte Amerika’ya yön veren kitlelerdeki bu çeşitlilik, devletin işleyişinde son derecede özgürlükçü bir tavır takınılmasını sağladı.

İngiltere’de olan, liberalizm gibi terimler henüz kullanılmıyorken ortaya çıkmış bir şeydi. Orada gelişen bu süreci tanımlayacak modern bir terim mevcut değil. Fakat, bazen saltanat ve halkın yönetimi ifadelerine başvururuz. Saltanat ideolojisi, kralı destekler. Kralı mutlak hükümdar olarak kabul eder ve her şekilde kralın tarafındadır. Halkın yönetimde söz sahibi olduğu ideoloji ise ülkede gelişmekte olan fikirlerin çatışmasını temel alır ki kraldan ve saltanatından uzak bir anlayıştır. Ve bilebildiğimiz kadarıyla bu, tarihte İngiliz halk ideolojisi olarak geçer. Gördüğümüz şey şu ki İngiliz halk ideolojisi, Amerika’da hakim ideoloji olmuştur. Ve ilk dönem Amerika’sının büyük tarihçisi Bernard Bailyn bir makalesinde “18. yy radikal özgürlükçülük akımının başlıca ilkeleri Amerika’da gerçeğe dönüştü.”, yazmıştır. Eşitlikçilerin, takipçileri Hampden ve Sydney’in ve onlarla hemfikir olan insanların İngiltere’de olmasını istedikleri ve kısmen de elde ettikleri tüm bu, gücün kötücül olması ve dolayısıyla sınırlandırılması gerektiği, anayasada yazılı bir şekilde bu sınırlamanın garanti altına alınması, yasama organlarına getirilecek sınırlamalar, savaş ilan etme yetkisine getirilecek kısıtlamalar gibi ilkeler burada, Amerika’da hayat buldu. Amerikalılar, İngiliz olmalarından doğan hakları için mücadele ediyorlardı. Britanya kralı ve meclis, bize İngiliz vatandaşları gibi davranmıyor, mecliste temsil edilmiyoruz ve üstelik rızamız olmadan bize vergi dayatıyorlar vb. diye düşünüyorlardı.

1770’li yıllarda, İngiliz olmaktan doğan hakları için tartışmaktan vazgeçtiler ve insanların evrensel haklarını tartışmaya başladılar. Bağımsızlık Bildirgesi’nde şunu derler: “Tüm insanlar, Tanrı’nın bahşettiği devredilemez belli başlı haklara sahiptir.”. Tanrı tarafından bahşedilmiş, İngiliz tarihi tarafından değil… Buradaki esas değişim, evrensel haklar kavramı. Thomas Paine de, Ortak Akıl isimli kitabında bu noktaya dikkat çekiyor. Amerikalılar olup biten her kötü işten dolayı meclisi suçluyor ve “Keşke kral, meclis ve bakanların neler yaptığını bilseydi. Kesinlikle bu olanlara müsamaha göstermezdi.”, diyorlardı.

Ocak 1776, Thomas Paine, Common Sense’te (Makul Düşünce), özgür insanları yönetmek için en iyi şeklin krallık olduğunu düşünenlere “Her şey kral!” diye yazar. 1066 yılına, I.William’a (William the Conquer) atıfla “Silahlı bir çeteyle gelip bir toprağı işgal eden Fransız bir pisliğin iktidar olması çok saçma” der. Yani, bir Fransız pislik ordu getirip milletimizi zapt ettiği için bizi yönetmeye hakkınız olduğunu iddia ediyorsunuz. Krala sadakat borcumuz olduğu fikrini yıkmak, bağımsız Amerika’nın evrensel ve vazgeçilmez haklar üzerine kurulmasının bir parçasıydı. Ama Amerikan sisteminde bariz kusurlar vardı; kölelik bunların en büyüğüydü. İngiliz yazar Samuel Johnson “Neden özgürlük için en büyük gürültü, köle sahiplerinden çıkıyor?”, demişti. Bu sözler iyi bir noktaya temas ediyor. Thomas Paine, John Adams, Benjamin Franklin gibi çok sayıda amerikan da bu yönde düşünüyordu. Bunun yanında, köleliği devam ettiren anlaşmalara rağmen, Amerikalılar, ingiliz liberterlerinin arzuladığı şeylerin tümünü içeren bir anayasa hazırladılar ve gerçekten de sınırlı bir hükümet, sınırlı bir başkan, sınırlı bir görev süresi tanımladılar, ve de bunları bir de yasa yapan yasama organı ve yasaların anayasaya uygunluğunu denetleyen mahkemelerle sınırlandırdılar. Bunların hepsi, iktidarı, bireysel hakları taciz edemeyecek şekilde sınırlandırmak için tasarlandı. Ve sonuçları oldukça şaşırtıcıdır. Bu fikirler, Avrupa’ya yayıldı. Aslında İngiltere, Hollanda gibi ülkelerde zaten vardı.

Ve 19. yüzyılın inanılmaz halini görüyorsunuz, sadece köleliğin Atlantik’in iki tarafından da kaldırılması değil, aslında yüzlerce hatta binlerce yıldır değişmeyen bir dünyadan buralara geldik. Mümkün olup da Cicero’nun Thomas Jefferson’ı ziyaret etmesi üzerine bir hikaye vardır. Cicero yıl 0’dan gelir. 1800 yılında Thomas Jefferson’ı ziyaret eder. Ne görür? At sırtında gelmiştir. Köleler, onun fiziksel ihtiyaçlarını karşılarken mum ışığında yazan parlak bir insan görür, tıpkı Cicero’nun 1800 yıl önce Roma’dan alışık olduğu gibi.

Fakat bir de Cicero ve Thomas Jefferson’ın 1900’de Henry James’i ziyaret ederse neler olabileceğini düşünün. Her şey farklıdır. Sadece köleliğin ortadan kalkması değil, oraya trenle gelmişlerdir. Evler elektrikle aydınlatılmaktadır. Telefonları vardır. Geçmişte kölelerin yaptığı işi yapan, pamuk işinin tabiatını değiştiren pamuk tarağı uzun zaman önce bulunmuştur. İnsanlar şimdi imal edilmiş kıyafetler giyiyor. Tamamen farklı bir dünya.

Son birkaç yılın iletişim devrimi hakkında çok şey konuşuyoruz. Bana göre, gerçek iletişim devrimi 1845`lerdeki telgraftı. Telgraf öncesinde, haberler ne kadar hızlı seyahat edebiliyordu? At üzerindeki bir adamın seyahat edebileceği kadar ya da Atlantik üzerinde seyahat eden bir geminin hızı kadar edebiliyordu. Ama sonra telgraf geldi ve haberler birdenbire ışık hızında seyahat etmeye başladılar. Devrimci 19. yüzyıl, liberalizm ilkelerinin uygulanmasıyla ortaya çıkmıştır: kısıtlanmış hükümet, bireysel özgürlük, insanların kendi kararlarını kendilerinin almaya başlaması, ticari özgürlük, ekonomik özgürlük; insanların ticaret yapmaya,üretmeye, yenilik çıkarmaya ve ürettikleri şeylerden elde ettikleri kârın keyfini sürmeye başlaması. 19. yüzyıl, en azından Birleşik Devletler’de ve Avrupa’da, insan hayatı açısından devrim niteliğinde bir yüzyıldır ve hepsi de liberalizmden kaynaklanmaktadır.

Soru: 19. yüzyıl devriminden ve teknolojisinden bahsederken, bunun ne kadarının kendi kendine olduğunu düşünüyorsunuz? Ya da özgürlük hareketi veya gelişen özgürlükçülük idealleri ve sonrasında ortaya çıkan endüstriyel devrim arasında gerçekten herhangi bir ilişki olduğunu düşünüyor musunuz?

David Boaz: Evet, bu güzel bir soru. Teknoloji tarihçileri bu tür sorular üzerinde farklı görüşlere sahipler. Deirdre McCloskey son zamanlarda, ”1800’lerdeki-belki biraz daha öncesindeki- esas değişim, ticari faaliyete karşı artan saygıdır.”, diye söz ettiği “Burjuva Onuru” ve “Burjuva Faziletleri” gibi büyük kitaplar yazdı. “Downton Abbey” gibi eski, hatta “To The Man Are Born” gibi yeni İngiliz dizilerini izlerseniz, ticaretin saygın insanlara yakışmayan bir etkinlik olduğu gibi bir düşünceye varırsınız. Soylu beyler ve hanımlar ticarete asla karışmazlardı. Amerika’da bile, paraya onu kazanmadan sahip olmanın kazanmaktan daha iyi olduğu yönünde bir tutum vardı. Paraya sahip insanlar, para kazanmakta olan “sonradan görme” zenginlere yukarıdan baktılar. Fakat Deirdre McCloskey, bunun liberalizmin yükseldiği dönemde değiştiğini söylüyor. İnsanlar ticarete, girişime ve burjuvaziye saygı göstermeye başladı. Daha çok insan burjuvalaştı, ticaret ve inovasyonla uğraşmaktan memnunlardı. Bunlar şüphesiz önemli hususlar. Asıl soru şu ki ortaya çıkan birçok teknolojik gelişme, bence, aslında yüzyıllar önce ortaya çıkabilirdi. Temel ilkeleri bilmiyor değildik. Peki neden daha önce gerçekleşmedi? Sebep, sermaye birikimi mi? Sömürgecilik mi? Farklı argümanlar ileri sürülmüş. Bana göre bariz nedenlerden birisi, liberalizmin, insanların inovasyon ve icat yapmasının ve bunlardan kâr elde edebilmesinin önündeki engelleri kaldırmış olmasıdır. Böyle bir çevrede, sadece soylu beyler ve hanımların değil, birdenbire İngiltere ve Hollanda’daki tüm insanların yeni fikirler ortaya atması hoş karşılanmaya başladı. Bunların, çırçır makinesi ya da matbaa makinesi gibi büyük fikirler olması da şart değildi; küçük fikirler,ufak gelişmeler de olabilirdi. Daha fazla insanın katılması, bu süreçte fark yarattı. Ayrıca hükümetin daha az tekel hakkı verdiği gerçeği, daha farklı alanlarda daha fazla insanın rekabet edebileceği anlamına geliyordu. Bence bu, teknolojide devrimi getiren asıl şeydir. Ama tabi ki, bu soruların tartışıldığı kitaplar yazan teknoloji tarihçileri var.

Soru: Konfederasyondan anayasaya geçişi atladığınızı fark ettim. Anayasanın, gücü merkezileştirip federal iktidarı güçlendirdiği tartışması göz önüne alındığında, bu gelgitli durumun bireysel özgürlükleri nasıl etkilediğini merak ediyorum.

David Boaz: Konfederasyon Maddeleri, sonrasında 13 devlet olacak 13 koloninin birleşmesinden fazlasını ifade eden bir belgedir. Egemenliğimizden ödün vermeden, konfederal bir hükümete sahip olacağız. Ve zaten birçok insan o dönemin başarılı olmadığını gördü. Şimdi, yedi yıllık savaşın ardından gelen bir dönem. Bir toplum için bu, oldukça kötü bir durum. Fakat anayasa yaptık. O zamanlar ülke, konfederasyonun anayasayla değiştirilip değiştirilmeyeceği konusunda keskin bir şekilde ayrıldı. Dönemin en iyi tarihçilerinden biri olan Jackson Turner Main, ülkenin yaklaşık yüzde 55’inin yeni anayasaya karşı olduğunu öne sürmüştü. Kamuoyu yoklaması yapmadılar. Gerçekten halkoyu veya geçerli bir şey almadılar. Yani bu çok kaba bir tahmindi. Ancak belki de birçok liberteryen anayasayı çok eleştiriyor. Biz o zamanlar genellikle Anti-Federalist olabileceğimizi söylerdik. Liberteryenizm Ansiklopedisi’nde Anti-Federalizm üzerine yazılmış olan makalede bulabileceğiniz, anti-federallerin savaşı kaybettiğine fakat diğer yandan anayasanın yıllar boyunca, genellikle dar anlamda yorumlandığını iddia ettikleri savaşı kazandıklarına dair bir argüman var. Ve anayasanın yazarı ve dolayısıyla önde gelen bir federalist olan James Madison, anayasanın kısıtlı/katı bir federal hükümet oluşturduğunu savunan bir Jeffersoncı, Madisoncı’ya dönüştü. Bu anayasada federal hükümete verilen yetkiler azdır ve tanımlanmıştır. Dar Madisoncı anayasa anlayışı ölmüş değildi, sadece çok darbe almıştı.

 

Kaynak: Libertarianism.org
Konuşmacı: David Boaz, The Libertarian Mind kitabının yazarı
Çevirenler: Ipek Tkgz, Cengizhan Asıliskender, Samet Tonyalı, Furkan Yıldız, Büşra Aslan ve Elif Şahin
Redaksiyon: Seçkin Sosyal

 

Önceki
Devlet Eğitimine Karşı Bir Tez
01.03.2018
Sonraki
Büyük Yanılgılar Serisi: Kalkınmayı Yaratan Nedir?
01.03.2018